Cibril Hadisi

Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber'in de aralarında bulunduğu bir sahabe' topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Rasûlüne sorarak cevaplarını almıştır. İşte Cebrail (a.s.)'in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise "Cibril hadîsi" adı verilmiştir.
"Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, üzerinde yolculuk eseri bulunmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:- Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet  etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu. Adam:- Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam:- Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” buyurdu.Adam tekrar:- Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:- Peki “ihsan” nedir, onu da anlat, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.Adam yine:- Doğru söyledin dedi, sonra da:- Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:- “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevabını verdi.Adam:- O halde alâmetlerini  söyle, dedi.Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:-”Cariyelerin sahiplerini doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır. “ buyurdu.Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:- “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:- Allah ve Rasûlü bilir, dedim.Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurdu."(Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.)
Abdullah b. Ömer bu hadîsi Basra' dan Hacc veya Umre için Hicaz'a gelen Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî'nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir. Cibril Hadisinin Arapça metni aşağıdadır.

Basra'da ilk olarak Ma'bed el-Cühenî ve ona tabi olanlar kaderi inkâr etmişler; hâdiselerin, Allâh'ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Ömer onları dinledikten sonra şöyle demiştir:
"Sen Basra'da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Allah'a yemin olsun ki onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu hayra harcasa, kadere inanmadıkça Allâh onun hayrını kabul etmez." Sonra Abdullah (r.a.) yukarıdaki hadisi nakletmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 106).
Kader, sözlükte; miktar, meblağ, büyük sayma, güç, kudret ve bir şeyi kısmak anlamlarına gelir. Şer'î bir terim olarak; meydana gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman nerede, ne gibi nitelik ve özelliklerle meydana geleceğini Allâhü Teâlâ'nın takdir ve tahdîd etmesi demektir. Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icad etmesine de "kazâ" denir. Bu duruma göre, kader ilim ve irade sıfatına; kaza da tekvin (yaratma) sıfatına döndüğü için kaza ve kadere inanmak, temelde Allâhü Teâlâ'ya imanla eş değerdedir. Bütün sıfatlariyle Allah'a iman eden, bunlara da inanmış olursa da, önemine binâen kaza kader meselesi kelâm ilminde ayrıca ele alınmıştır. Kader konusunu daha önce Mekke'de öne sürüp, bunu inkâr edenlerin bulunduğu da nakledilir. Abdullah b. Zübeyr'in ordusu Mekke'de Haccac-ı Zâlim, tarafından muhasara edildiği zaman Kâbe-i Muazzama yanmıştı. O zaman bazıları bunun bir ilâhi takdir (kader konusu) olduğuna inanmış, bazıları da Kâbe'nin takdirle yanmadığını söyleyerek kaderi inkâr etmişlerdir (A. Davudoğlu, a.g.e., I, 106-108).
Cibril Hadîs-i şerifinde ilk soru İslâm'ın şartlarını telkin için sorulmuştur. Bunlar; Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek,. namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve gücü yeterse hacc etmektir. Bu şartlar Kur'an-ı Kerîm'in çeşitli ayetlerinde yer almış ve tekrarlanmıştır (el-Bakara, 2/238; Buhârî, İman 1, 2; Zekât, 41, 63; Meğâzî, 60, Tevhîd, 1 ; Müslim, İman, 19-22; Nesâî, Zekât,1; İbn Mâce İkâme,193; Ahmed b. Hanbel, I, 72; Dârimî, Zekât 1).
Cibril hadisinde ikinci soru ve cevabı, iman esaslarını bildirir. Bunlar altı tanedir:
1) Allah'a iman: Bu iman, Allah'ın varlığını ve hakkında vacip, mümteni; (imkânsız) ve caiz olan bütün sıfatları bilerek tasdik etmekle meydana gelir. Bazı kelâm bilginleri Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını selbiyye ve sübütiyye olmak üzere ikiye ayırırlar:
Selbî sıfatlar altı tane olup şunlardır:
a) Vücud: Allah'ın varlığı, b) Kıdem: Ezelî olması, yani varlığının evveli olmaması, c) Bekâ: Ebedî olması, yani varlığının sonu bulunmaması, d) Muhâlefetün li'l-havâdis: Allah'ın varlıklardan hiçbir şeye benzememesi, e) Kıyam bi zâtihi: Varlığının kendisinden olması, f) Vahdaniyet: Allah'ın bir olmasıdır.
Sübûtî sıfatlar sekizdir:
a) Hayat: Allahu Teâlâ'nın diri olması, b) İlim: Her şeyi bilmesi,c) İrade: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi, d) Kudret: Her şeye gücünün yetmesi, e) Semî': Her şeyi işitmesi, f) Basar: Her şeyi görmesi, g) Kelâm: Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması, h) Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma ve öldürme gibi fiillerin başlangıcı olan bir sıfattır.
2) Meleklere iman: Bu, Allah'ın melek denilen, nurdan yaratılmış ve istediği şekle girebilen bir takım masum kulları olduğuna inanmaktır. Ban bakımlardan meleklere benzeyen, diğer bir takım görünmez yaratıklar vardır ki, bunlara da "cin" denir. Cinler saf ateş alevinden yaratılmış olup, melekler gibi onlar da ağır işleri yapabilir ve istedikleri şekillere girebilirler. Yalnız bunlar melekler gibi masum (günah işlemez) değildir. Mümini, kâfiri vardır, "yer, içer, ürer ve ölürler " (en-Neml, 27/87; ez-Zümer, 39/68; İnfitar, 82/10-12; el-Kehf, 18/50; er-Rahmân, 55/31; Müslim, Zühd, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 153, 168; Taberi, XX, 29; İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu'r-Ruh, Haydarâbâd 1357, s. 41; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, cin bahsi).
3) Kitaplara iman: Allahu Teâlâ, bazı peygamberlerine gerçek ve hükümleri bildiren bir takım ibareye lafızlar indirmiştir ki; bunlara "kitap" denir. Büyük kitaplardan Tevrat Hz. Musa'ya, Zebur Hz. Dâvud'a, İncil Hz. İsa'ya, Kur'an-ı Kerîm de Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilmiştir. Bunlardan başka çeşitli peygamberlere yüz adet suhuf (sahifeler) verilmiştir. İşte bütün bu kitaplara iman etmek farzdır (eş-Şûrâ, 42/51; el-A'lâ, 87/67; el-Hıcr, 15/9; Hud 11/49; İsrâ, 17/88.)
4) Peygamberlere iman: Allâh'u Teâlâ hazretleri kullarına doğru yolu göstermek için bir takım peygamberler göndermiştir. Bunlardan kendilerine kitap ve şerîat verilenlere "Rasul" denir. Başka bir peygamberin şeriatiyle amel ve onun getirdiği hükümlerini insanlara bildirmeye memur olanlara ise "nebî" adı verilir. İlk peygamber Hz. Âdem, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. (en-Nahl, 16/36; en-Nisâ, 4/164; el-Ahzâb, 33/40).
5) Âhiret gününe iman: Âhiret günü haşirden, bütün ölenlerin diriltilmesinden başlayan sonsuz bir gündür. Kıyametin kopması, sûrun üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, kitapların verilmesi, mîzanın kurulması, kulların sorguya çekilmesi, havz-ı kevser, şefâat, sırat, Cennet ve Cehennem ahiret gününün muhtevasına dahil olduğundan bütün bunlara inanmak farzdır. (Âli İmrân. 3/185: Duhân, 44/56; Mü'min, 40/11; Tâhâ, 20/74; el-Bakara, 2/28; et-Tür, 52/45; el-En'âm,6/93; el-Fecr, 89/27-30; eş_Şems, 91/97; ez-Zümer, 39/42; Buhârî, Husûmât, Müslim, Fezâil,10,161, 162; Tirmizî, Kıyâme, 26; Kurtubî Tefsiri, Tûr Sûresi 45. ayetin tefsiri).
6) Kadere İman: Yukarıda kadere imandan söz etmiş, Cibril hadisinin kaderi inkâr edenlerle ilgili bir soru üzerine nakledildiğini belirtmiştik. Hadis-i şerifte kadere imana özellikle yer verilmesi, bu konuda ümmetin ileride görüş ayrılıklarına düşeceğini Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bildiğini gösterir. (et-Talâk, 65/3; Buhârî, Cenâiz, 83; Tefsîru Sûre, 92/6; Müslim, Kader, 1,8; İbn Mâce, Mukaddime, 10).
Cibril hadisinde Üçüncü soru "ihsân nedir?" sorusu ve Hz. Peygamberin "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir..." cevabı, mümini ibadet sırasında manevî âlemlere yüceltmek içindir. Her şeklin bir de gerçeği vardır. Namaz da bir şekildir. O şeklin içindeki gerçek ihsandır. Meselâ İslâm'da fıkıh ilmi namazın dış şekli ile uğraşır; tasavvuf ise bu şeklin içindeki gerçeği yani ihsan derecesini bulmaya çalışır. İbadeti kuru bir şekil ve beden hareketleri olarak değil, Allah'ın huzurunda bulunduğunu bilerek ve düşünerek yapmak gerekir. İbadetin asıl hedefi Allah'u Teâlâ ile bu mânevi diyalogu kurmak ve bunu ibadet süresince devam ettirmektir.
Hadisteki diğer bir soru kıyamet zamanı ile ilgilidir. Hz. Peygamber bu konuda soru sorandan daha fazla bilgi sahibi olmadığını bildirmiştir. Cenâb-ı Hak kıyametin kopma zamanını gizli tutmuştur. İnsanların ileride meydana gelecek bir takım olayları önceden bilmemesi çoğu zaman bir nimettir. Müminin önceki tecrübelerine ve bilimin kurallarına göre gerekli önlemleri aldıktan sonra, sonucu Allahu Teâlâ'dan beklemek gerekir. Bütün önlemler alınmasına rağmen doğacak olumsuz sonuçlardan insanın sorumluluğu bulunmaz. Zaten böyle bir sonucu önleme gücü de insanoğluna verilmemiştir. Çünkü o, ancak gücünün yeteceğinden sorumludur.
Kur'an-ı Kerîm'de beş şeyin insanlardan gizlendiği bildirilir ki, bunlara "muğayyebât-ı hamse" denir. Bunlardan ilki kıyametin kopma zamanıdır.
muğayyebât-ı hamse: "Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı o bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç bir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah "Âlîm'dir, Nabîr'dir" herşeyi çok iyi bilir, her şeyden haberdardır" (Lokman, 31/ 34)
Hamdi DÖNDÜREN

Hucurat Suresi Meali

Bu sûrede müminlere bazı görgü kuralları, Peygamber'e ve birbirlerine karşı nasıl davranacakları öğretilmektedir. Medine'de inmiştir. 18 (onsekiz) âyettir. Adını, dördüncü âyetteki "odalar" anlamına gelen "hucurât" kelimesinden alır.

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
1. Ey iman edenler! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
2. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.
3. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
4. (Resûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.
5. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

6. Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.

7. Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.
8. Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir.
9. Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.
10. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.
11. Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir.
12. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.
13. Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.
14. Bedevîler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
15. Müminler ancak Allah'a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.
16. De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
17. Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.
18. Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. Allah yaptıklarınızı görendir.





| | | Devamı... 0 yorum

Mecelle Maddeleri 61-100

61. MADDE: اِذَا تَعَذَّرَ الْحَقِيقَةُ يُصَارُ اِلَى الْمَجَازِ 
Hakikat özürlenince, mecaza gidilir. Hakiki mananın özürlenmesi halinde, kelam mühmel kılınmaz, belki mecaza gidilir. Mehcur lafız, şer’an ve örfen kullanılmayan lafız olup özürlenmiş hükmündedir. Misal: Birisi, “Şu hurma ağacından yemeyeceğim” diye ağaca işaret ederek yemin etse, o ağacın gövdesi/odunundan yemek mümkün olsa da, bu sözü söyleyenin kasdı o ağacın gövdesinden yemek değildir, belki meyvesinden yemektir. 

62. MADDE: اِذَا تَعَذَّرَ اِعْمَالُ الْكَلاَمِ يُهْمَلُ 
Kelamın i’mali mümkün olmazsa mühmel bırakılır. Kelamın hakiki ve macazi manalarına hamledilmesi mümkün değilse, manasız/boş bırakılır. Hakikat veya mecaz manaya kelamı hamletmek mümkün olmazsa, veya her iki manada müşterek olup birini diğerine tercih mümkün değilse, bu zaruretten dolayı kelam manasız kalır ve onunla amel edilmez.Kelamın ihmalini gerektiren şey evvela, kelamı hakiki veya mecazi manaya hamledememektir.İkinci olarak, lafzın iki manada ortak olup birinin tercih edilememesidir.Misal: Kendinden yaş bakımından büyük birinin, kendi oğlu olduğunu iddia eden kişinin davası sahih olmaz. Zira bu, hakikaten imkansızdır. Birisi, “Filancının iki elini kestim, onların diyeti olarak beş-yüz lira borçlandım.” dese, bahsettiği kişinin elleri sağlam olsa, bu kişinin sözüne itibar edilmez, sözü ihmal edilir.İki manada müşterek olmasının misali: Bir kişinin mu’tik (azat eden) efendisi olsa, birde mu’tak (azat ettiği kölesi) olsa; bu kişi şöyle dese: “Malım, öldükten sonra mevlamındır.” Hangisi olduğunu da tayin etmese; -Mevla- kelimesi, efendi ve köleye de kullanıldığından, herhangi birini tercih etmek mümkün olmayınca, bu vasıyyet sahih olmaz. 

63. MADDE: ذِكْرُ بَعْضِ مَا لاَ يَتَجَزَّأُ كَذِكْرِ كُلِّهِ 
Cüzlere bölünmeyen şeyin bazısını zikretmek, tamamını zikretmek gibidir. Bu yüzden bütününü zikretmek hangi hükmü gerektirirse, cüzünü zikretmek de aynı hükmü gerektirir. Cüzün zikri, tamamının zikri yerinde olmasa, o zaman kelamın manası mühmel kalırdı.Misal: Bir kişi, başkasına kefil olurken, “Ben falancının yarısına veya dörtte birine kefil oldum” dese, kişi bölünmek kabilinden olmadığı için, bazısını zikretmek, tamamını zikretmek kabilinden olup kefaleti tamamı hakkında sahihtir.Şuf’a hakkı olanın, bu hakkının yarısını ıskat etmesiyle, şuf’a hakkınnın tamamı sakıt olur, zira şuf’a hakkı bölünmez.Kısasta veli olanın, katilden kısasın bir kısmını affetmesiyle kısasın tamamı sakıt olur, zira kısas bölünmez. Çünkü bir insanın bazısını öldürüp, bir kısmını diri bırakmak mümkün değildir. 

64. MADDE: اَلْمُطْلَقُ يَجْرِى عَلَى اِطْلاَقِهِ اِذَا لَمْ يَقُمْ دَلِيلُ التَّقْيِيدِ نَصًّا اَوْ دَلاَلَةً 
Kayıtlama delili açıkca veya delaleten yok ise, mutlak, ıtlakı üzere cari olur. Mutlak ıtlakı üzere, mukayyed takyidi üzere caridir. Mutlak, kemale sarf edilir. Mutlakın mukabili, mukayyettir.Misal: Birisi cübbe diken terzi ile bunun üzerine anlaşsa, ancak bizzat terzinin kendisinin dikmesi şart koşulmasa, terzi olan kişi, cübbeyi yanında çalışan başka bir ustaya diktirebilir. Bu sıra, teaddi ve kusur olmaksızın meydana gelen telefi/zararı, terzinin ödemesi gerekmez. Zira akit mutlak yapılmıştı.Fakat müşteri, terzinin kendisinin bizzat dikmesini şart koşmasında durum böyle değildir, zira burada kayıtlanan şarta riayet edilmezse, terzi ödeme sorumluluğunda olur.Birisi başkasına bir malı ödünç verse ve menfaatlenmenin nevisini ve kullanacak kişiyi kayıtlamasa, ödünç (emanet) alan kişi kendisi emaneti kullandığı gibi başkasına da verebilir. Zira emanet verirken kayıtlamadı.Eğer emaneti verirken kullanış nevisini ve kullanacak kişi yi kayıtlarsa, o şartlara muhalefet sebebiyle emaneti alan kişi öder. 

65. MADDE: اَلْوَصْفُ فِى الْحَاضِرِ لَغْوٌ وَ فِى الْغَائِبِ مُعْتَبَرٌ 
Hazırda vasıf lağv olur, gaibte itibar edilir. Mesela: Satıcı mecliste hazır olan kır atını satmak istese ve –şu yağız atımı, şu kadar ücrete sattım- dese, icab söz sahihtir, söylediği –yağız- lafzı luzumsuz olur. Eğer kır at hazırda olmasa, -yağız- diyerek vasfederek satsa, kır at satılmış olmaz. Zira burda gaib olan atın vasfına itibar edilir.Yani kişi bir şeyi beyan ederek cinsini ve vasfını açıklasa, eğer vasfedilen şey hazırda ise ve vasfedildiğinde ona doğru işaret edilse, vasfedilen ile zikredilen aynı cinsten ise, vasfa itibar edilmez. Eğer vasfedilen şey meclisten gaibte ise, o zaman vasıflara itibar edilir.Bu kaidenin hükmü nikah, satış, icare ve diğer akitlerde caridir.Hakimin huzurunda iddia eden kişi, şu demirlerin yüz kilo olup kendinin olduğunu iddia etse, tartılmakla ağırlığın yüz on kilo olduğu anlaşılsa, burdaki davası kabuldür, zira işaret edilen şeydeki vasıf lağvdır. 

66. MADDE: اَلسُّؤَالُ مُعَادٌ فِى الْجَوَابِ 
Sual, cevapta iade edilmiş kabul edilir. Tasdik edilen sualde, tasdik eden muhatab, o suali ikrar etmiş olur.Bu kaide burda mutlak zikredilmişse de, lakin mukayyettir. Suale karşı cevap gelince, kelam cevabın ihtiyacı kadar ise, o kelam sual üzere kasredilir, sual cevabın zımnında iade edilmiş olur. Eğer kelam, cevaptan daha fazlasına muhtaç ise, zahirde kelam inşa olur. Bazen de zahirin hılafına cevap olur.Cevap veren -ancak cevabı kasdettim- derse, dinen tasdik edilir, hükmen değil. Misal: Fuzuli olan biri, başkasının malını izinsiz olarak satsa, mal sahibine gidip -bana bu satışta izin verdin mi- dese, mal sahibi de –evet- dese, bu sözü satışına izin verdim demek olur ve satış geçerli olur.Birisi başkasına hitaben –şu binamı sana şu kadar liraya sattım- dese, diğeri de –evet- dese, bu sözü kabul olur ve satış geçerli olur.Hasta olana hitaben –malının üçte birini hayır yollarına sarf etmek için beni vasi tayin ettin mi- dese, hasta olan da –vasi tayin ettim- dese, bu sözü ile vasi tayin etmiş olur. 

67. MADDE: لاَ يُنْسَبُ اِلَى سَاكِتٍ قَوْلٌ لَكِنَّ السُّكُوتَ فِى مَعْرِضِ الْحَاجَةِ بَيَانٌ 
Sükut edene bir söz nisbet edilmez, lakin hacet anında sükut beyandır. Sükut eden için şöyle dedi denemez; ancak tekellüm gereken yerde susmak ikrar ve beyandır.Sen birini görsen, senin iznin olmadan bir şeyde mal sahibi gibi tasarruf ediyor, özrün olmadığı halde sükut etsen, bu durum senden o malın senin olmadığını ikrar olur.Birisi başkasının malını satsa, mal sahibi onu işitip satışı-nı tasdik etmese veya men etmese, bu fiili ondan rıza sayılmaz, satışa izin sayılmaz.Mal sahibi olan birine, filancı kişi senin filan malını sattı, diye haber gelse ve bu mal sahibi sukut etse, bu sukutu satışa izin sayılmaz.Birisi, başkasının malını huzurunda telef etse, mal sahibi sukut etse, bu sukutu telef etmesine izin sayılmaz.Birisi, vefat anında komşularını toplasa ve onların huzu-runda kimseye borcu olmadığını söylese, orda hazır olanlardan biri alacaklı olduğu halde sukut etse, daha sonra hastanın ölümünden sonra alacak davasında bulunmasından men edilmez. 

68. MADDE: دَلِيلُ الشَّيْئِ فِى اْلاُمُورِ الْبَاطِنَةِ يَقُومُ مَقَامَهُ 
Batınî işlerde bir şeyin delili, o şeyin makamına kaimdir.Yani, işin hakikatına muttali olunamayan yerde zahir ile hükmolunur.Batınına muttali olunmayan şeylerde harici zahiri delil, delaletle o şeyin meydana gelişinin delili olur, zira batıni işler üzerine hüküm vermek, ancak zahiri, harici delilleriyle müm-kün olur.Misaller: Satış akti yapanlardan biri icab yapsa (sattım dese), diğeri kabul etmeden evvel başka bir iş yapsa veya başka bir sözle meşgul olsa, bu durum onun icabtan yüz çevir diğine delalet eder. Yüz çevirmesi batıni bir iştir, buna muttali olmak ancak zahiri davranışıyla bilinir.Birisi bir hayvan satınalsa, onda bir ayıba muttali olsa, o ayıbı tedavi etmekle uğraşsa, bu tedavisi ayıba rızanın delaleti olur. Daha sonra ayıb sebebiyle hayvanı geri vermez.Yolda bir malı bulan, eğer sahibine vermek niyetiyle alırsa emanetçi olur, kendisi için sahiplenmek niyetiyle alırsa gasb edici olur. Bu hususlar niyetle alakalı olup o da batıni bir iştir, zahirde bunu bilmek ya sözle veya fiille belli olur. Eğer malı alırken sözle ilan ederek –sahibine vermek üzere aldığına şahit tutarsa- emanetçi olur. Elinde iken telef olsa malı ödeme sorumluluğunda değildir. Eğer böyle ilan etmeksizin kendisi için alırsa gasb edici olur ve elinde telef olmakla ödemesi gerekir. 

69. MADDE: اَلْكِتَابُ كَالْخِطَابِ 
Yazı, hitab gibidir. İki kişi arasında sözle akitler (satış, icare, vekalet, kefalet v.s.) yapıldığı gibi, aynı şekilde yazışmakla da bu gibi akitler yapılabilir.Misali: Birisi, başkasına verilmek üzere bir sahifeye –filan şeyi şu kadar ücrete sana sattım- diye yazıp gönderse, diğer kişi kağıttaki yazıyı okuyup o mecliste kabul ettiğini söylese veya karşılık olarak yazı ile kabul ettiğini yazsa, satış akti sahih olur. 

70. MADDE: َاْلاِشَارَاتُ الْمَعْهُودَةُ لِْلاَخْرَسِ كَالْبَيَانِ بِالِّلسَانِ 
Dilsizin malum işaretleri, dili ile beyanı gibidir. Bu kaideye göre dilsizin malum işaretleri olan el ile veya kaşı ile olan hareketleri, dil ile beyan gibidir. Eğer işaretlerine itibar edilmese, insanlardan hiç kimse ile bir muamele yapa-maz olur, neticede ölüme arzolunurdu.Dilsizin malum işareti anında sesinin de bulunması gerek lidir denilmiştir. Malum olmayan işaretlerinde, yanında bulu-nan akrabası veya komşuları muradını açıklar. Bu kişilerin adaletli olması gerekir.Dilsizin işaretleri iki türlü olur: Başını yan tarafa doğru hareket ettirmesidir ki bu, onun inkarıdır. İkincisi, başını yukarı aşağı uzunlamasına sallamasıdır ki bu, onun tasdiğidir.Dilsiz yazıyı becerebilirse, buna da itibar edilir.Dilsiz olmayanın işareti itibar edilmez. Yani birisi bir malı satsa, diğeri konuşabildiği halde başıyla hareket ederek kabul ettiğini işaret etse, buna itibar edilmez.Dilsizin işareti satış, icare, hibe, rehin, nikah, talak, ibra, ikrar ve kısas hakkında itibar edilir. 

71. MADDE: يُقْبَلُ قَوْلُ الْمُتَرْجِمِ مُطْلَقًا 
Mütercimin sözü, mutlak olarak kabul edilir. Mütercim, diğer lügatı tefsir eden kişidir. İmamı A’zam ve Ebu Yusuf’ a göre bir tercümanın sözü kabul edilir, İmamı Muhammed’e göre iki tercüman olmalıdır. Ancak İmamı A’zam’a göre tercümanın kör olmaması gerekir.Hakim, davacı ve davalının veya şahitlerin lisanını bilmiyorsa, bunların iddialarını veya şahitlerin şahitliğini tercüman vasıtasıyla dinleyebilir. Tercümanın adil olması ve kör olmaması lazımdır. İhtiyaten iki tercüman olması evladır.Tercümanın sözü akitlerde, yeminlerde, yeminden dönmekte, kısası, hadleri ve borcu ikrarda kabul edilir. 

72. MADDE: لاَ عِبْرَةَ بِالظَّنِّ الْبَيِّنِ خَطَأُهُ 
Hatası açık olan zanna itibar edilmez. Zanna dayanarak bir fiil sadır olsa, sonra bunun şeriatın hükmüne muhalif olduğu belli olsa, bu zanna itibar edilmez.Mesela: Kefil borcun ödenmediğini zannederek asîlin borcunu ödese, sonradan borcun ödendiği anlaşılırsa ödediğini geri alır.Kendi malı zannederek başkasının malını harcasa, sonra anlaşılınca bedelini öder.Birisi başkasından bin lira alacağı olduğunu iddia etse, dava edilen kişi, “Benden alacağın olduğuna dair yemin edersen veririm” dese, davacı da yemin etse, davalı kendinin bin lirayı vermesi lazım geldiğini zannederek parayı verse, fakat bundan sonra davacının yemin etmesinin gerekmediğini, bilakis davalının yemin etmesi gerektiğini öğrense, (davalı) verdiği bin lirayı geri alma hakkına sahiptir.Tüccarda mal alan kişi, toplam ödemeyi istediği anda tüccar, toplamda hata yapıp bin lira yerine iki bin lira borcu olduğunu söylese ve müşteri de iki bin lirayı ödese, sonra hatalı olduğu anlaşılırsa, müşteri bin lirayı geri alır. 

73. MADDE: لاَ حُجَّةَ مَعَ اْلاِحْتِمَالِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ 
Delilden ortaya çıkan ihtimal ile birlikte, hüccet olmaz. Her hangi bir huccet, delile dayanan bir ihtimal ona karşı gelse, huccetin hükmü kalmaz. Delile dayanmayan ihtimaller yok gibidir. Misal: Birisi varislerinden biri için borcu olduğunu ikrar etse, eğer ölüm hastalığında ise, diğer varisler bunu tasdik etmedikçe bu borç sabit olmaz. Zira hasta, bu ikrarıyla diğer varisleri mahrum bırakmayı kasdetmiş olma ihtimali vardır. Zira hastalık hali bunun delilidir.Eğer sıhhat halinde bu ikrarı yapsa borç sahih olur, mal kaçırma ihtimali, delile dayanmadığından itibar edilmez.Hastanın, varislerden başkası için yaptığı ikrarı vasıyyet kabilinden olduğu için, onda varislerin hakkını kaçırma ihtimali yoktur ve sahih olur. 

74. MADDE: لاَ عِبْرَةَ لِلتَّوَهُّمِ 
Tevehhüme itibar edilmez. Şer’i bir hükmün vehme istinadı caiz olmadığı gibi, sabit olan bir şeyi, sonradan arız olan vehimle ertelemek te caiz değildir.Misal: İflas eden kişi ölse, malı satılır ve alacaklılar ara-sında taksim edilir. Her ne kadar başka bir alacaklının çıkıp gelme vehmi olsa da, malın bir kısmı onun için bekletilmez, belki ordaki alacaklılar arasında taksim edilir, diğer bir alacaklı gelirse, şu taksim edilen alacaklılardan şer’i dava ölçüsünde hakkını talep eder.Satılan bir binanın iki komşusu olsa, birisi o anda gaib olsa, hazırda olan komşu şuf’a hakkı ile binayı alabilir. Diğeri de alma hakkına sahiptir diye hüküm bekletilmez.Birisi kendi arsasına saman yığını yapsa, yan komşu, ‘samanların yanıp kendi evini de yakar’ vehmiyle dava ederek samanları ordan kaldırtamaz. 

75. MADDE: اَلثَّابِتُ بِالْبُرْهَانِ كَالثَّابِتِ بِالْعِيَانِ 
Delille sabit olan, aşikâre (gözle) sabit gibidir. Bir şey şer’i delille sabit olunca, hüküm gözle görülmüş gibidir.Misal: Bir şahıs, başkası üzerinde bir hakkı olduğunu iddia etse, bu hususta yaptığı ikrarı, hüküm için onun aleyhine delil ve dayanak yapılır. Davalı inkar ettiği zaman, getirilen şahitleri de hüküm için delil yaparak, şehadetle davacının sözünü isbat ederiz. 

76. MADDE: اَلْبَيِّنَةُ عَلَى الْمُدَّعِى وَ الْيَمِينُ عَلَى مَنْ اَنْكَرَ 
Delil davacı için, yemin inkar eden üzerinedir.Bu kaide, hadisi şeriften alınmıştır. İddiacının sözü, zahi-rin hılafına olunca zayıf kalır, bunu kuvvetlendirmesi için delile ihtiyaç duyuldu. Davalının sözü zahire uygun olunca, takviye için yeminden başkasına ihtiyaç duymaz.Buna göre hak iddia eden davacıdan hakim delil (şahit) getirmesini ister, eğer şahit getiremezse davalı yemin ettirilir.Bazı davalarda davalılar bir cihetten davacı, diğer cihet-ten davalı/inkarcı olabilirler. Davacı olması tercih edilen taraf-tan şahit/delil getirmesi istenir, getiremezse diğer taraf delil getirir, odan delil getiremezse yemin ettirilir.Zahirin hılafını ve ziyadeliği iddia edenin beyyinesi/şahitleri evladır. 

77. MADDE: اَلْبَيِّنَةُ ِلاِثْبَاتِ خِلاَفِ الظَّاهِرِ وَ الْيَمِينُ لِبَقَاءِ اْلاَصْلِ 
Beyyine, zahirin hılafını ispat içindir, yemin aslın bekası içindir. Asıl, zahir hali kuvvetlendirir, başka bir teyide ihtiyacı olmaz. Zahirin hılafına olan şey, doğru ve yalan arasında ihti-malli olur, bu yüzden birinin diğeri üzerine tercihini gerektiren şeye (delile/şahitlere) ihtiyaç duyar.Arizi sıfatlarda asıl olan yok olmasıdır; zimmetin beri olması, hadiseleri en yakın vaktine izafe etmek gibi.Satış akti yapanlardan biri, aralarındaki satış aktinin bey-i vefa olduğunu iddia etse, diğeri de kesin bir satış olduğunu iddia etse, zahir ve asıl, satışın kesin olduğu üzerine olunca, söz satışın kesin olduğunu iddia edenin dediğidir. Satışın bey-i vefa olması aslın ve zahirin hılafı olunca, bunu iddia edenden beyyine (şahit) getirmesi istenir.Birisi, başkasından alacağını talep etse, davalı olan da bu borcu inkar etse, delil getirmek davacı için lazımdır, zira o zahirin hılafını iddia etmektedir ki bu da zimmetin meşgul (borçlu) olmasıdır.Söz yeminle beraber ikinci şahıs içindir, zira o, zimmetinin beri olduğunu (aslı) iddia etmektedir. 

78. MADDE: اَلْبَيِّنَةُ حُجَّةٌ مُتَعَدِّيَةٌ وَ اْلاِقْرَارُ حُجَّةٌ قَاصِرَةٌ 
Beyyine, teaddi eden delildir, ikrar kâsır delildir. Bu kaideden anlaşılana göre ikrar, ikrar edenin kendinde kalan ve başkasına geçmeyen bir huccettir. Beyyine ise, baş-kasına geçen huccettir. Zira beyyine ile hakimin hükmü başkası üzerinde geçerli olur.Mesela bir neseb beyyine ile sabit olunca, bu hüküm bütün insanlara sirayet eder, bunun hılafına dava dinlenmez. Ama ikrar ile sabit olsaydı, aleyhine başkasının getirdiği bey-yine dinlenirdi.İkrar, ikrar edenin zannına dayandığından kendi üzerine kasredilir, başkasına geçerli olmaz. Hasım olmasa da kişi kendi üzerine bir hakkı ikrar edebilir; beyyinede böyle değildir, zira orda hasım mevcut olmalıdır.Bir kişi bir mala hak sahibi olsa ve bunu beyyine ile isbat etse, hakim bu hak ile hükmetse, aleyhine hüküm verilen kişi müşteri ise, satıcıdan ücretini dönüp almaya hak kazanır. Satıcı mahkemede hazır olmadığını söyleme hakkına sahip değildir. Eğer hak ikrar ile sabit olsaydı, müşteri olan kişi satı-cıya dönüp ücreti isteme hakkına sahip olmazdı. 

79. MADDE: اَلْمَرْءُ مُؤَاخَذٌ بِاِقْرَارِهِ 
Kişi, ikrarıyla sorumlu tutulur. Ancak ikrarı, şeriat tarafından tekzib edilirse, sorumlu olmaz.Bir şahıs, bir malın başkasının olduğunu ikrar etse, sonra ikrarının hata olduğunu iddia etse bu sözü dinlenmez.Mesela: Birisinin kendinden alacağı olduğunu ikrar etse, sonra o borcu ödediğini iddia etse bakılır, eğer iddiası da ikrar meclisinde ise, sözü kabul edilmez, zira ikrardan dönmek olur ve sözünde çelişki olur. Fakat ikrar meslisinden başka bir yerde olursa, sözü kabul edilir.Kiraya veren kişi ücreti teslim alsa, bunu ikrarından sonra aldığı paraların züyuf/geçmez para olduğunu iddia etse, davası kabul edilmez.Şeriatın tekzib ettiği ve sorumlu olmayan ikrarın misali: Satı cı ile müşteri mebinin ücreti hakkında çekişse, müşteri satışın bin liraya olduğunu, satıcı da iki bin liraya olduğunu iddia etse, satıcının davası sabit olup lehine hüküm verilse, sonra şefi’ (komşu) olan mebiyi (gayrı menkulu) almak istese, müşteri aleyhine delil getirerek mebiyi alsa, iki bin lira vere-rek mebiyi alabilir. Halbuki müşteri, satıcı ile olan davasında mebinin bin liraya satıldığını ikrar etmişti, fakat hakimin hükmü ile bu ikrarı tekzib olunmuştu. (Satıcının dediği iki bin lira-ya hüküm verilmişti.)Birisi falan kişinin alacaklısının emri ile onun borcuna kefil olduğunu iddia etse ve borcun kefilden kefaleti sebebiyle alınmasını istese, kefil de kefaleti inkar etse, davacı isbat edip borcu kefilden alsa, kefil asıl borçludan ödediği meblağı dönüp alma hakkına sahiptir, kefaleti inkar etmesine bakılmaz, zira şeriat onu tekzib etmiştir. (Kefaleti sabit kılmıştır.) İkrar edenin akıllı, baliğ olması gerekir. Çocuğun, delinin bunak olanın ikrarı sahih değildir. İkrar edenin rızası şarttır, zorlamayla yapılan ikrar geçerli değildir. 

80. MADDE: لاَ حُجَّةَ مَعَ التَّنَاقُضِ لَكِنْ لاَ يَخْتَلُّ مَعَهُ حُكْمُ الْحَاكِمِ 
Tenakuz ile beraber huccet olmaz, lakin bununla beraber hakimin hükmüne halel gelmez. Şahitler şehadetten dönse tenakuz hasıl olur, bu yüzden şehadetleri delil olmaz; ancak ilk şehadetleri üzerine bir hüküm verilmişse, bu hüküm bozulmaz ve bu sebeble verilen zararı şahitler öder.Hidaye kitabında şöyle der: “Şahitlerin şehadetiyle hüküm verilmeden evvel şahitler dönse, bununla tenakuz hasıl olduğundan hüccet olmaz. Şehadetleri ile bir hüküm verilme-diğinden her hangi bir taraf için zarar söz konusu olmadığından şahitler bir şey ödemez.” 

81. MADDE: قَدْ يَثْبُتُ الْفَرْعُ مَعَ عَدَمِ ثُبُوتِ اْلاَصْلِ 
Bazan fer’ olan, aslın sabit olmamasıyla beraber sabit olur. Misal: Filancının falana şu kadar borcu var, ben de ona kefilim, (onun emri olmadan kefil olmuş), asıl borçlu –borcu- inkar etmekle beraber, alacaklı kişi, kefil üzerine borcu ödemesiyle davacı olsa, kefilin borcu ödemesi lazım gelir.Burda kefalet emirle olmadığı halde kefilin ödemesi, asla sabit olmadığı halde fer’e ödettirilmesinin misali oldu. Eğer kefalet asıl borçlunun emri ile olsaydı, o zaman kefil, asıl yerine kefaletle öderdi. 

82. MADDE: اَلْمُعَلَّقُ بِالشَّرْطِ يَجِبُ ثُبُوتُهُ عِنْدَ ثُبُوتِ الشَّرْطِ 
Şarta bağlı olan şeyin, şart sabit olunca sabit olması vacibtir. Bir şarta bağlanan şey, bağlandığı şart tahakkuk etmeden evvel yok hükmündedir. Eğer o şey şart sabit olmadan evvel sabit olsa, bu durum şart olmadan meşrutun mevcut olmasını gerektirir ki bu imkansızdır.Misali: Bir kişi, başkası için “Benim senin üzerinde alaca-ğım varsa, seni ondan beri ettim.” dese, hakikatte ondan ala-cağı olsa, borcu ibra etmiş olur.Filancı, senin şu malını, bana şu kadara sattı, dese, diğeri de -o şekilde sattıysa bende izin verdim- dese, o malın söylendiği şekilde satıldığı sabit olursa, verilen izin sahihtir. 

83. MADDE: يَلْزَمُ مُرَاعَاةُ الشَّرْطِ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ 
İmkan miktarınca şarta riayet lazımdır. Meşru’ olan ve aktin gereğinden olan bir şarta mümkün oldukça riayet edilir, fasit ve lağv olan şartlara riayet edilmez.Şartlar üç kısımdır: Caiz olan, fasit olan ve lağv olan. Burada riayet edilen şart caiz olanıdır, yani şer’i şerife uygun olanıdır. Bu kaidede zikredilen şart, kendisinde şart edatı olma yanlardır. Şart edatı olanlar, geri de talik kaidesinde geçmişti.Satışın iktizasından olan şartla yapılan satış geçerli olup şart itibar edilir.İcarelerde akit yapanların getirdiği şartlara itibar edilir.Emanetlerde emanete faideli olan şartların icrası mümkün olursa, onlara itibar edilir.Ortaklıkta mal sahibinin koştuğu şartlara riayet edilir. 

84. MADDE: اَلْمَوَاعِيدُ بِصُوَرِ التَّعْلِيقِ تَكُونُ لاَزِمَةً 
Vaadler, talik suretleriyle lazım olurlar. Bu durumda, iltizam ve teahhüd (üzerine alma) manası açığa çıkar.Mesela “Sen filancıya malını sat, eğer parasını alamaz-san ben vereceğim.” Dese, müşteri parayı vermezse, vaad edenin vermesi gerekir.Eğer vaad sırf vaad olursa, yani talik suretinde olmazsa, bu durumda lazım gelmez.Mesela: Birisi başkasına misli ücretle bir malı satsa, satış tamam olduktan sonra müşteri, satıcıya ücreti geri verirse ikale (anlaşmayı fesh) etme vaadinde bulunsa, satıcı sonradan malı geri almak isteyerek müşteri den ikale yapmasını talep etse, müşteri mecbur değildir, zira şu vaadi, mücerred (taliksiz) bir vaad idi. 

85. MADDE: اَلْخَرَاجُ بِالضَّمَانِ 
Haraç (hasıl olup meydana gelen şey), zaman (ödeme) iledir. Haraç: Burda, kişinin mülkünde çıkan/hasıl olan şeydir. Yavru, gelirler, hayvanın sütü, kira bedelleri, arazi gelirleri gibi şeylerdir.Gasb edenin, malı sahibine ödemesi vacibtir.

86. MADDE: َاْلاَجْرُ وَ الضَّمَانُ لاَ يَجْتَمِعَانِ 
Ücret ve zaman, bir arada olmaz. Ödenme sorumluluğu olan yerde ücret vermekte gerekli olmaz. Mesela kişi bir hayvan kiralasa, kusuru olmaksızın hayvan telef olsa, sadece kira ücretini öder. Hayvanı gasb etse ve telef olsa, sadece kıymetini öder, ücret gerekmez.Misal: Hayvanı binmek için kiralasa, üzerine yük yüklese ve hayvan telef olsa, hayvanın kıymetini öder, ayrıca ücret ödenmesi istenmez.Hayvanı gasb etse ve kullansa, hayvan elinde helak olsa, sahibine hayvanın kıymetini öder; eğer hayvanı helak olma-dan sahibine geri verirse, kullandığından dolayı ücret vermesi gerekmez; ancak hayvan yetim çocuğun ise veya vakıf ise veya gelir getirmek için hazırlanmış bir yer ise bu durumlarda ücretini ödemesi gerekir. 

87. MADDE: اَلْغَرْمُ بِالْغَنَمِ 
Ödeme, menfaat karşılığındadır. Bir şeyin menfaatine nail olan, zararını da üzerine alır. Mesela: Bir maldaki ortaklardan herbiri için, malın zararından kendi hissesi miktarınca lazım gelir; nasıl ki kârdan da kendi hissesince istifade ederse.Satışlarda yazılan senedin yazma ücreti müşteriye aittir, zira bunun menfaati müşteriye döner.Ortak olan malın tamirine ihtiyaç duyulsa, her bir ortak kendi hissesince masrafa katkıda bulunacaktır.İki komşu arasında ortak olan duvarın tamirinde, her ikisi de masrafı ortak olarak karşılar.Vakıf binasında oturan kişi, tamirini yapmaya mecburdur. 

88. MADDE: اَلنِّعْمَةُ بِقَدَرِ النِّقْمَةِ وَ النِّقْمَةُ بِقَدَرِ النِّعْمَةِ 
Nimet, külfet miktarıncadır. Külfet de, nimet miktarıncadır. Bu kaidenin ilk kısmı, evvelki kaidenin manasındadır.Misal: Yolda bulunan ve babası-velisi bilinmeyen çocu-ğun masrafları hazineden ödenir, adam öldürse diyet yine hazineden ödenir. Aynı şekil de bu çocuğun malı olsa ve ölse, malları hazineye kalır. 

89. MADDE: يُضَافُ الْفِعْلُ اِلَى الْفَاعِلِ لاَ اْﻵمِرِ مَا لَمْ يَكُنْ مُجْبِرًا 
Fiilin hükmü, failine izafe edilir, mücbir olmadıkça amirine izafe edilmez. Misal: Birisi, başkasına “Filancının malını telef et.” dese ve diğeri bunu yapsa, ödeme sorumluluğu telef edene aittir, zira emreden kişi burda şer’an cebredici değildir. Hemde emredenin, başkasının malında bir tasarrufu da yoktur.Bir kimseye, satılan koyunun kesilmesini emretse ve emredilen de, bunun satıldığını bilerek koyunu kesse, asıl müşterinin, koyunu kesen kişiye ödettirmesi hakkı vardır. Emredene ödettiremez. Yani emreden kişi, mecbur bırakacak şekilde zorlama (ikrah) ile emretmemişse, (sadece sözle emretmişse), ödeme sorumluluğu emredene ait değildir. 

90. MADDE: اِذَا اجْتَمَعَ الْمُبَاشِرُ وَ الْمُتَسَبِّبُ اُضِيفَ الْحُكْمُ اِلَى الْمُبَاشِرِ 
İşe mübaşeret edenle sebeb olan bir arada toplaşırsa, hüküm mübaşeret edene izafe edilir. Bir şeyi yapan mübaşirdir. Sebeb olan, o işin vukuuna götüren şeyi yapandır. Sebeb olanın işi mutlaka kötü neticeye götürmez. Bu yüzden işin vukuunda ödeme sorumluluğu, bizzat işi yapan (mübaşir olan) failedir, sebeb olana değil. Mesela birisi bir hırsıza yol gösterip başkasının malını haber verse, hırsız da onu çalsa, yol gösterenin ödemesi gerekmez.Birisi başkasının ahırının kapısını açsa ve atın ipini çözse, hırsız gelip atı götürse, ödeme sorumluluğu hırsıza aittir.Eğer sebeb telefe götürür cinsten olursa, o zaman ödeme sorumluluğu sebeb olana döner. Misali: İki kişi tartışsa ve birbirlerinin elbiselerini çekince birinin cebinden saati düşse ve kırılsa, düşürmeye sebeb olan kişinin ödemesi gerekli olur.Mesela, birisi zeytinyağı dolu tulumu delse, veya asılı olan kandilin ipini kesse, yağ veya kandil telef olsa, sebeb olan kişi öder. 

91. MADDE: اَلْجَوَازُ الشَّرْعِىُّ يُنَافِى الضَّمَانَ 
Şer’î cevaz, ödemeye zıtt olur. Kişiye şeriatın cevaz verdiği bir işi yapmak, bir zarara sebeb olsa da caiz olur.Mesela kendi mülkünde kuyu kazmakla, oraya bir hayvan gelip düşse, kuyuyu kazanın bir şey ödemesi gerekmez. Zira kişinin kendi mülkünde tasarrufu, selamet şartıyla kayıtlı değildir. Fakat umumun yoluna izinsiz olarak kuyu açarsa, telef olan şeyi öder. Zira, kendine ait olmayan yerde izinsiz kuyu açma hakkına sahip değildir.Yük taşımak için hayvan kiralasa, hayvana mutad miktar veya daha az yük yüklese ve hayvan telef olsa, kiralayan bir şey ödemez.Emanete bırakılan hayvanın masraflarını, emanet alan kişi hakimin emriyle hayvan sahibinin parasıyla ödese, sonradan emanetçinin, hayvan sahibine bu miktarı ödemesi gerekmez.Bir kimseye yemek ikram etse, sonrada ücretini talep etse, ücret gerekli olmaz. 

92. MADDE: اَلْمُبَاشِرُ ضَامِنٌ وَ اِنْ لَمْ يَتَعَمَّدْ 
Mübaşir, kasdetmese de zamin olur. Başkasının malını telefi kasdetse de kasdetmese de, mübaşir olan verdiği zararı öder. Sebeb olan ile bunun farkı, sebeb olanda kasıtlı olması şarttır, mübaşirde değil. Zira mübaşirde fiil, bizzat mübaşeret edenin fiili ile olmaktadır ve fiilin müstakil illeti mübaşeretidir, hükmü ona dayandırmak-tan kurtulamayız. Sebeb olmak müstakil illet değildir, burda fiilin meydana gelmesi için kasıt lazım geldi ki ödeme lazım gelsin.Misal: Birisi bir bakkala girse, ayağı kayıp bal küpünü kırsa, kıymetini öder.Demircinin körüğünden veya kaynak kıvılcımlarında sıçrayan alevler birinin elbisesini yaksa, demirci öder.Oduncu odun kırarken sıçrayan bir parça, komşunun camını kırsa, oduncu öder.Birini, duvarını yıkmak için ücretle çalıştırsa, duvardan kayan bir taş başka birini öldürse, çalışan kişi diyeti öder.Burdaki işlerde mübaşeret bulunduğundan, kasıtlı olup olmamasına bakılmaz. 

93. MADDE: اَلْمُتَسَبِّبُ لاَ يَضْمَنُ اِلاَّ بِالتَّعَمُّدِ 
Sebep olan, ancak kasıtlı olmakla öder. Birisi kendi arsasında kuru otları yaksa ve ateş başka-sının bir şeyini yakıp zarar verse, ateşi yakan kişi ödemez; ancak kasıtlı olarak ateşi yakmışsa; mesela rüzgarlı bir günde ise, verdiği zararı öder.Bunun gibi, izinsiz olarak umumun geçtiği yola kuyu kazsa, içine bir hayvan düşüp helak olsa, kuyuyu kazan haksız olduğundan öder.Kendi arazisini mutad şekilde sulasa, suyun bir kısmı yan araziye akıp oraya zarar verse, sulayan kişi bir şey ödemez. Eğer adetin hılafına bir sulama yapmışsa, bu durumda verdiği zararı öder. 

94. MADDE: جِنَايَةُ الْعَجْمَاءَ جُبَارٌ 
Hayvanın verdiği zarar hederdir. Hayvanın verdiği telef, heder olup sahibi bir şey ödemez. Ancak sahibinin kastı ve noksanlığı olmamalıdır.Mesela: İki kişi hayvanlarını hususi bağlanan yere bağla-salar, birinin atı, diğerinin atını helak etse, telef eden at sahibinin bir şey ödemesi gerekmez.Birinin kedisi, başkasının kuşunu telef etse, kedi sahibi bir şey ödemez.Fakat hayvan sahibinin kasdı ve kusuru olmamalı demiştik; mesela:Kişi hayvanlarını başkasının ekili arazisine salıverirse, verdikleri zararı öder. Kendi hayvanlarının başkasının arazisine girip ekinlere zarar verdiğini görse ve men etmese, verilen zararı öder, zira men etmekte kusurlu olmuştur.Umumun geçtiği yola hayvanını salıverse, bu gibisinin yola salıverilmesi adet olmasa, hayvan yolda birini öldürse veya bir zarar verse, hayvan sahibi ölünün diyetini veya verdi ği zararları öder.Saldırgan köpek, köye veya mahalleye gelenler tarafından sahibine seslenip; “Bunu muhafaza et, tut” dense de köpek sahibi köpeği tutmasa, verdiği zararı köpek sahibi öder. 

95. MADDE: َاْلاَمْرُ بِالتَّصَرُّفِ فِى مِلْكِ الْغَيْرِ بَاطِلٌ 
Başkasının mülkünde tasarrufla emretmek batıldır. Başkasının malında tasarruf etmekle olan emre itibar edilmez. Bunun üzerine bir hüküm terettüb etmez. Bu emir batıl ve sahih olmayınca sanki bir meşvere veya nasihat gibi olup, emredenin bu yüzden bir sorumluluğu olmaz.Geride geçen mübaşirle alakalı kaideye göre, başkasının emri ile bir işi yapanın kendisi, verdiği zararları öder.Ancak, emredenin kendi malı zannedip kişi o malı telef etse ve sonradan bunun başkasının malı olduğu anlaşılsa, emredilen kişi zararı öder ve ödediğini emredenden dönüp alır.Birine "şu duvara bir kapı yap" dese, emredilen de duvarı delip kapı yapsa, sonra duvarın emredenin olmadığı anlaşılsa kapıyı yapan zararı öder.Fakat duvarın olduğu binadan bir kişi bunu emretse veya emreden benim için kapı yap demişse, bu durumlarda kapıyı yapan zararı ödese de emredenden dönüp alır. 

96. MADDE: لاَ يَجُوزُ ِلاَحَدٍ اَنْ يَتَصَرَّفَ فِى مِلْكِ الْغَيْرِ بِلاَ اِذْنِهِ 
Bir kimse için, başkasının mülkünde, onun izni olmadan tasarruf etmek caiz değildir.Birisi, başkasının duvarı hizasına kadar yükselen bir duvar yapmak istese ve komşunun duvarını kullanmak istese, komşunun izni olmadan duvarını kullanamaz. Komşu kullanmaya izin verse ve sonra izninden dönse caizdir.Başkasının arazisine veya binasına izinsiz girmek te caiz olmaz.Ortakların birinin, diğerinin izni olmadan ortak hayvana binmesi veya üzerinde bir şey taşıması caiz olmaz.İzin bazan açık olur: Birini vekil tayin etmek gibi.Bazen izin delalet üzere olur: Helak olmak üzere olan bir koyunu çobanın kesmesi gibi. Çoban açıkça koyunu kesmeye izinli değildir, fakat istihsanen izinli sayılır.Geride geçen kaidelerde veli ve vasiy olan kimselerin, maldaki tasar ruflarının geçerli olduğu zikredilmişti.Mesela yangın esnasında, yangını durdurmak için idareciler, yakında olan binaları, sahiblerinin izni olmadan yıktırabilirler. Zira idarecilerin umuma ait velayetleri vardır.Eğer zaruret olursa, başkasının malında izinsiz tasarruf caiz olur.Mesela, birinin elbisesi komşunun bahçesine düşse, komşunun izni olmasa da oraya girip elbisesini alabilir. 

97. MADDE: لاَ يَجُوزُ ِلاَحَدٍ اَنْ يَأْخُذَ مَالَ اَحَدٍ بِلاَ سَبَبِ شَرْعِىٍّ 
Hiçbir kimse için, başkasının malını şer’î bir sebeb olmaksızın almak caiz olmaz.Şaka maksadıyla veya kızdırmak için birinin malını almak la kişi, gasb edici veya hırsız olmaz fakat, şeriatın izin vermediği bir fiil olduğundan günah işlemiş olur.Bu sebeble bulunan malın veya rüşvet olarak alınan veya gasb edilen malın aynen sahibine iadesi gerekir; eğer telef olduysa kıymetinin verilmesi gerekir.İki kişi bir borç üzerine bir mal ile anlaşsalar, sonradan böyle bir borcun olmadığı açığa çıksa, malı alanın diğerine onu geri vermesi gerekir.Satıcı ile müşteri malda olan bir ayıp hakkında davalaşsalar, neticede ayıp sebebiyle ücretten bir miktar düşülse, daha sonra ayıbın olmadığı veya kendi kendine yok olduğu anlaşılsa, müşterinin aldığı miktarı satıcıya geri vermesi gerekir.Birisi hakime rüşvet verse ve sonra buna pişman olsa, hakimden verdiği rüşveti geri isteyebilir.Unutarak başkasının malını alan kişi, hatırlayınca onu sahibine vermelidir, zira unutmak, kul haklarında özür değildir. 

98. MADDE: تَبَدُّلُ السَّبَبِ الْمُلْكِ قَائِمٌ مَقَامَ تَبَدُّلِ الذَّاتِ 
Mülk sebebinin değişmesi, zatın değişmesi yerine kaimdir.Bir şeyin malik olma sebebi değişince, hükmen o şeyin zatının da değiştiği sabit olur.Mesela: Birisi başkasına bir at hibe etse ve ona teslim etse, bu kişi de atı başkasına hibe edip teslim etse, ilk hibe eden hibesinden dönemez, zira at el değiştirmekle sanki kendi hibe ettiğinden başka bir at olmuştur. Hatta son hibeyi alan kişi, atı ilk hibe edene ücret karşılığında satabilir. Burda, hibe edenin hibesinden dönmesine mani olmak için, hile yapılmış oldu. 

99. MADDE: مَنِ اسْتَعْجَلَ الشَّيْئَ قَبْلَ اَوَانِهِ عُوقِبَ بِحِرْمَانِهِ 
Her kim bir şeyi vaktinden evvel acele elde etmek isterse, ondan mahrum olmakla cezalanır. Birisi müverrisini (babasını), mirasa konmak için öldürse, mirastan mahrum olur. Zira vakti gelmeden evvel mirasa sahib olmak istemiştir, bu yüzden mirastan mahrum edilir. (Ayrıca ya kısas edilir veya keffaret öder.)Vasıyyet edilen kişi de, kendine vasıyyet edeni bu sebeb le öldürse, vasıyyetten mahrum edilir.Eğer öldürme işi kısas veya keffaret gerektirmeyen şekilde olursa, bu durumda mirastan mahrum olmaz.Mesela çocuğun veya delinin öldürmesi, kocanın veya mahremlerden birinin, zina sebebiyle kadını öldürmesi gibi. Bunlarda mirastan mahrum edilmez.Ölüm hastalığında hanımını mirastan mahrum etmek isteyen koca onu üç talakla boşasa, kadın iddet içinde iken koca ölse, kadın mirastan mahrum olmaz. 

100. MADDE: مَنْ سَعَى فِى نَقْضِ مَا تَمَّ مِنْ جِهَتِهِ فَسَعْيُهُ مَرْدُودٌ عَلَيْهِ 
Her kim, kendi tarafından tamam olan şeyi bozmaya sa’y ederse, bu sa’yi (gayreti) red olunur. Kişi kendi tarafından tamam olan şeyi bozmaya kalksa, bu fiili geçersiz olur.Mesela: Malını birisine satsa, akit yapanlardan biri satışın fuzuli satışı olduğunu iddia etse, burda söz, sıhhati ve aktin geçerli olduğunu iddia edenin sözüdür.Birisi emanetçiye gelip, emanet verenin vekili olduğunu söyleyerek emaneti istese, emanetçi de ona emaneti verse, daha sonra vekaletin sabit olmadığını iddia ederek vekilden emaneti geri isteyemez.Buluğ haline ihtimali olan mümeyyiz çocuk bir malı satsa veya satınalsa, buluğ çağında olduğunu itiraf etse, daha sonra baliğ olmadığını iddia etse, bu iddiası geçerli olmaz, satışı veya satın-alışı geçerli olur.

Mecelle Maddeleri 31-60

31. MADDE: اَلضَّرَرُ يُدْفَعُ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ 
Zarar imkan miktarıyla def edilir. Yanına hırsız girse, onu sopa ile def etmek mümkün ise, silahla def etmesi caiz olmaz.Birisi başkasının malını gasb etse ve onu helak etse, helak olan o malın aynının geri verilmesi imkansız olunca, misliyyattan ise gasb eden onun gibisini öder, kıyemiyyattan ise değerini öder.Müşterinin yanında mebide yeni bir ayıp meydana çıksa, daha evvel olmuş bir ayıba da müşteri muttali olsa, yeni ayıp sebebiyle müşteri satıcıya veremez, zararı mümkün mertebe giderilir, yani müşteri ayıbın noksanlaştırdığı miktarı satıcıdan taleb eder. Binayı kiralayan kiracı binaya zarar verise, hakimin emri ile icare akti fesh edilir. 

32. MADDE: اَلْحَاجَةُ تُنَزَّلُ مَنْزِلَةَ الضَّرُورَةِ عَامَّةً اَوْ خَاصَّةً 
Hacet, umumi olsun veya hususi olsun, zaruret derecesine indirilir. Bey’ bil vefa bu kabildendir. Buhara ehlinin borçları çoğalınca, bu satış nevisine ihtiyaç duyuldu. Bundan anlaşıldı ki bey’ bil vefa yasak idi, zarurete binaen cevaz verildi. Zira borç verenin verdiğinden fazlasını alması faizdir ve şer’an yasaktır. Bey’i vefa da, bu kabilden olduğundan asla caiz değildir, lakin şu kaide gereğince fakihler Buhara ehli için buna fetva vermişlerdir. 

33. MADDE: َاْلاِضْطِرَارُ لاَ يُبْطِلُ حَقَّ الْغَيْرِ 
Iztırar (darda kalmak), başkasının hakkını iptal etmez. Iztırar: yasak olan işi işlemeye mecbur olmaktır. İki kısımdır.1- Dahili sebebten ortaya çıkan ıztırar, buna "semavi olan ıztırar" denir, mesela açlık gibi.2- Harici sebebten ortaya çıkan ıztırar, buna "semavi olmayan ıztırar" denilir. Bu da iki nevidir; mecbur bırakan zorlama ve mecbur bırakmayan zorlama. Bu kaideden anlaşılan şu ki; bir kimse başkasının malını zorda kaldığı için alsa ve harcasa, sonra onu ödemesi gereklidir. Mesela: Birisi şiddetli aç kalsa, ölüme yakınlaşsa, sıkıntısını giderecek kadar başkasının bir yiyeceğini izni olmadan alması caizdir. Ancak aldığı malın değerini ödemesi gerekir. Yani ıztırar hali, başkasının malını izinsiz kullanmayı mubah etse de, lakin kıymetini ödemeyi düşürmez, bilakis mal sahibine kıymetini ödemesi gerekir.Mesela bir hayvan, kişinin üzerine saldırsa ve onu helak etmek üzere olsa, o kişinin hayvanı öldürmesi caizdir, lakin değerini sahibine ödeyecektir. 

34. MADDE: مَا حَرُمَ اَخْذُهُ حَرُمَ اِعْطَاؤُهُ 
Alınması haram olan şeyin verilmesi de haramdır. Rüşvet veren ve alan da haram işlemiş olur. Kahin ve falcıların para alması ve onlara para vermek haramdır. Aynı şekil de şarkıcılara verilen paralar da böylece haramdır.Yenmesi, içilmesi, giyilmesi haram olan şeylerin başkalarına yedirilmesi, içirilmesi ve giydirilmesi de haramdır.Ancak gasb eden kişinin elinden malı kurtarmak için verilen şey rüşvet olmaz. Bunun gibi zaruret tahakkuk ettiği yerlerde, zalimin zulmünü def etmek veya bir hakkı kurtarmak için verilen şeyler de rüşvet olmaz. 

35. MADDE: مَا حَرُمَ فِعْلُهُ حَرُمَ طَلَبُهُ 
Yapılması yasak olan şeyin yapılmasını istemek de haramdır. Zulüm, rüşvet, yalan yere şahitlik etmek haram olduğundan, bu gibi şeylerin başkalarına yapılmasını talep etmek de haramdır. Ancak yalan yere yemin eden kişiye, davacının yemin ettirilmesini istemesi caizdir, zira belki vazgeçmesi umulur. Aksi takdir de yemin ettirilmese, davaların yürüme şekli bozulur, yani -delil davacı içindir, yemin inkarcı içindir- kaidesi bozulmuş olur.

36. MADDE: اَلْعَادَةُ مُحَكِّمَةٌ 
Adet, hükmedicidir. Umumi olsun hususi olsun âdetler, şer’i hükümlerin isbatında hükmedicilik vasfına haizdirler. Adet, niza anında kendisine müracaat edilen bir delildir. Bu da şu hadisi şerife dayanmaktadır:“Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir.”Örf ve âdetin hakem olması, karşısında bir nassın bulunmaması anındadır. Nass var ise, onunla amel edilir, örf ve adete bakılmaz. Zira örf ve adet bazan batıla dayanabilir, nasslar ise asla batıl olamaz. Nasların örf ve adetlere uygun olması durumunda, Ebu Yusuf’tan bir rivayetle örfe ve adete gidilir şeklindedir ki bu, orda nassın tevili manasındadır, yoksa nassın terk edilip örf ve adetin alınması değildir.Misal: Misafirin önüne yemek koymak, örf ve adette ondan yemesine izindir. Ancak ev sahibi, ondan yemesinden açık bir söz ile men etmişse, o zaman örf ve adetin hılafına bir nass (söz) varid olmuştur ki, misafir olan kişi nassa (söze) bakar, örf ve adete göre amel edemez. Eğer yemeği yerse, nassa muhalif olduğu için kıymetini öder. 

37. MADDE: اِسْتِعْمَالُ النَّاسِ حُجَّةٌ تَجِبُ الْعَمَلُ بِهَا 
İnsanların kullanımı delildir, onunla amel etmek vacib olur. Bir şey üzerine el koymak ve onda tasarruf etmek, o şeyin kendi mülkü olduğuna delildir. İnsanların kullanımı umumi ise, umum hakkında delil olur, bir beldeye has ise umum için delil olmaz, belki bazı alimlere göre o beldeye has –hususi örf- olur. Umumi şer’i icmaya itibar etmek delildir, onunla amel edilir, zira böyle bir topluluğun yalan ve dalalet üzere birleşmesi imkansızdır.Yani insanların şeriata ve fukahanın delillerine zıt olmayan hususlardaki kullanımı delil olur, bey bil vefa ve selem satışları gibi. Bunlara ihtiyaç olduğundan, cevaz olarak üzerinde ittifak vakı’ olmuştur; halbuki aslında caiz olmamaları gerekirdi.Mesela: Bir beldede menkul olan şeylerin vakfı örf olsa bu vakıf sahih olur. Şeriat kitapları, mushafı şerif ve diğer ilim kitaplarının vakfı gibi. Aslında menkul olan şeylerin vakfı caiz değildir. 

38. MADDE: اَلْمُمْتَنِعُ عَادَةً كَالْمُمْتَنِعِ حَقِيقَةً 
Âdette imkansız olan şey, hakikatten imkansız gibidir. Adeten imkansız olan şey, aklen imkansız gibi olduğundan hakkında dava dinlenmez.Mesela: Bir kadının karnındaki çocuk, kendisine filan malı sattığını iddia etse, veya ondan şu kadar borç para aldığını ikrar etse, iddiası aklen imkansız olduğundan dinlenmez.Mesela, kendinden yaşca büyük olan Zeyd’in, kendi oğlu olduğunu iddia etmesi de aklen imkansız olduğundan dinlenmez. 

39. MADDE: لاَ يُنْكَرُ تَغَيُّرُ اْلاَحْكَامِ بِتَغَيُّرِ اْلاَزْمَانِ 
Zamanların değişmesiyle, hükümlerin de değiştiği inkar edilemez. Zamanların değişmesiyle değişen hükümler örf ve adete dayalı olanlardır. Zira zaman değişmekle insanların ihtiyaçları da değişir. Örf ve adet değişmekle onlarla alakalı hükümler de değişir, fakat şer’i delile dayanan hükümler böyle değildir, onlar asla değişmez.Mesela: Kasten adam öldürenin cezası kısastır. Bu şeriatın hükmüdür ki, örf ve adete dayalı değildir, zaman değişmekle bu hüküm değişmez. Zaman değişmekle değişen hükümler örf ve adete dayalı olanlardır; misal: Evvelki alimlere göre birisi bir bina satınalsa, bazı kısımlarını görmekle yetinilirdi. Sonra gelen alimlere göre ise, her bir odasını mutlaka görmesi gerekir. Bu ihtilaf delile dayalı değildir, bilakis örf ve adetin değişmesine dayalıdır, zira evvelki dönemde yapılan binaların her tarafı eşit şekilde ve aynı tarzda olurdu. Bir odasını görmekle diğer odalarını görmeye ihtiyaç kalmazdı. Amma sonraki dönemde binaların yapımı ve odalarının farklılığı olunca, her bir odasının da görülmesi şart koşuldu. Bu meseleden dolayı şer’i bir hükümde değişiklik lazım gelmedi belki adet ve örfte lazım gelen bir hallerin değişikliği hasıl oldu. 

40. MADDE: اَلْحَقِيقَةُ تُتْرَكُ بِدَلاَلَةِ الْعَادَةِ 
Hakikat, âdetin delaletiyle terk olunur. Bir kimse düğün yemeği satınalması için vekil tayin edilse, alışılmış olan (etli pilav-ayran gibi) yemeği alabilir, yoksa herbir yenilen şeyi almaya izinli değildir.Evvelki kaidelerde lafzın hakiki manası ve mecazi manası olduğunu beyan etmiştik. Beyan alimleri, üçüncü olarak lafzın kinaye manası olduğunu beyan etmişlerdi.Usul alimlerine göre kinaye manası, ya hakiki ya da mecazi manada bulunur. Hakiki mana, kişinin kendi malı olan elbisesini giymesi gibidir. Mecazi mana, ödünç aldığı elbiseyi giymesi gibidir. Lafzın hakiki manada kullanılmasında delil ve karineye ihtiyaç yoktur. Amma mecazda kullanmak için, hakiki manasına mani olan bir karinenin bulunması şarttır.Lafzın hakiki manada kullanımını men eden delil ve karine, birkaç nevidir. Lafzın hakiki masının terk edilmiş olması (mehcur) da bu nevidendir. Bu kaidede murad edilen bu kısımdır. Zira lafzın hakiki manası örfen ve adeten terk olunmuş olunca, kullanımı başka bir manada yaygın olunca, artık o manada kullanılır olur. Bu durumda örf ve adet, lafzın hakiki manasında kullanımına mani karine olur. 

41. MADDE: اِنَّمَا تُعْتَبَرُ الْعَادَةُ اِذَا اطَّرَدَ اَوْ غَلَبَ 
Âdete itibar, muttarit (sürekli olunca) veya galib oluncadır. Düğünde ceyiz hazırlanmasında sürekli galib olan adete riayet edilir, bundan fazlasına değil.Adetin itibarında hüküm verilecek hadisenin, adetin cereyanı zamanında mevcut olması gerekir, daha sonra ortaya çıkan bir örf ve adet olmamalıdır.Misal: Nevisi tayin edilmeksizin (sadece yüz demekle) yapılan satış muamelesinde, verilmesi gereken paranın o sıra tedavülde olan ve rayiç olarak kullanılandan olması gerekir. 

42. MADDE: اَلْعِبْرَةُ لِلْغَالِبِ الشَّايِعِ لاَ لِلنَّادِرِ 
İtibar, galib ve yaygın olanadır, nadir olana değildir. Şayi’: İnsanlar tarafından malum olan ve aralarında yaygın olan bir iştir.Misal: Yitik bir kişinin 90 yaşında olması sebebiyle öldüğüne hükmetmek, insanlar arasında yaygın olan ekserde kişi 90 yaşından fazla yaşamadığı hükmüne dayandırılmasıdır; her ne kadar bazı kişiler 90 yaşından fazla yaşasalar da; fakat bu nadirdir, buna hüküm dayandırılmaz. Bilakis örfte yaygın olan 90 yaşına itibar edilerek öldüğüne hükmedilir ve malı varisleri arasında taksim edilir. On beş yaşına gelen gencin buluğa erdiğine hükmedilmesi de böyle yaygın olan kanaata göredir; her ne kadar bazı gençler on yedi veya on sekiz yaşında baliğ olsa da; zira bu nadirdir. 

43. MADDE: اَلْمَعْرُوفُ عُرْفًا كَالْمَشْرُوطِ شَرْطًا 
Örfte bilinen şey, şart kılınmış gibidir. Fıkıh kitablarında şöyle der: “Örf ile sabit olan, şer’i delille sabit gibidir.” “Örfle sabit olan, nass ile sabit olan gibidir.” Misaller: Bir kişi başkasının bir işini yapsa ve aralarında ücret konuşulmamış olsa bakılır, eğer işi yapan adette ücretle iş yapıyorsa, işi yaptıranın işi yapana, adet ve örfe göre misli ücret vermesi gerekir. Böyle değilse ücret gerekmez.Satış muamelesinde ücretin nevisi belirtilmemişse, o beldede geçerli olan ücret nevisinden (lira) verilmesi gerekir. Satınaldığı ineğin süt vermediğini görse ve bu sebeble geri vermek istese bakılır, eğer bu kişi et için satınalan kasap gibi biriyse, geri verme hakkı yoktur. Eğer sütünden faidelenmek için satınalan biriyse geri verme hakkı vardır.Bir kimse başkasının kiraya vermek için hazırladığı bir eve, izni olmaksızın yerleşse, örfen misli ücreti vermesi gerekir; sanki oraya yerleşince şartları kendine lazım getirmiş gibidir.Otelde geceleyen, hamamda yıkanan kişilerin de ücret vermeleri gerekir,zira adet ve örf ücreti vermeyi gerektirir, her ne kadar konuşulmasa da verir. 

44. MADDE: اَلْمَعْرُوفُ بَيْنَ التُّجَّارِ كَالْمَشْرُوطِ بَيْنَهُمْ 
Tüccarlar arasında maruf olan şey, aralarında şart gibidir. Bu kaide, evvelki kaide gibidir, ancak ticaretin önemine binaen ayrıca zikredilmiştir.Tüccarlar aralarında alış-veriş yapınca, belli ve örf olan hususları zikretmezler. Mesela: Peşin veya veresiye olduğu zikredilmeden yapılan satışlarda ücret peşin verilir. Ancak belli müddet veresiye satılması örf olan yerlerde, mutlak olan satışlarda veresiye tahakkuk eder, peşin olması için ayrıca zikredilmesi gerekir. 

45. MADDE: اَلتَّعْيِينُ بِالْعُرْفِ كَالتَّعْيِينِ بِالنَّصِّ 
Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir. Bu kaideye göre bazı tafsilat vakı’ olur. Mesela: Birisi başkasına mutlak olarak (her hangi bir şart olmaksızın) hayvanını ödünç verse, kiralayanın alışılmışın dışında hayvana binmesi ve yük yüklemesi caiz olmaz. Hayvana demir yüklese veya bozuk yolda seyrettirse ve bu husus alışılmışın dışında olsa, hayvana verilen zararı öder.Mutlak olarak satış için vekil olan kişi, tasarrufuyla müvekkiline zarar veremez. Peşin olarak veya mutad olan bir müddetle satışı yapar, uzun müddetle (veresiye) satamaz. Kendisine süt veya et alması için birini vekil tayin etse, orda mutad olan inek sütü ve etini kasdetmiş olur; vekilin başkasını alma hakkı yoktur. 

46. MADDE: اِذَا تَعَارَضَ الْمَانِعُ وَ الْمُقْتَضِى يُقَدَّمُ الْمَانِعُ 
Mani (engel) ve muktezi (işi gerektiren) çakışırsa, mani takdim edilir. Bir işte bir sebeb amel edilmesini gerektirse, diğer bir sebebte yapılmasını men etse, yapılmaması tercih edilir. Misal: Birisi başkasına evini rehin verse, rehin verenin evi satmaması gerekir. Rehin veren eve sahip olduğu halde, kendi mülkünde tasarruf etmeliydi; ancak rehin alanın hakkı güven için o eve tealluk etmiştir, hakkını korumak için evin satılmaması tercih edilir.Üst katta oturanın, alt kattakine zarar vermemesi gerekir, mesela üst kattakinin evinin tabanını söküp açması (delmesi), alttakinin tavanına zarar vereceğinden üst kattaki bu fiilinden men edilir.Miktarı bilinen ve bilinmeyen iki şey bir akitte satılsa, her iki şeyin de satışı caiz olmaz.Ölmek üzere olan biri, evladına ve başka bir yabancıya birlikte bir malı ikrar etse, bu ikrarı geçerli olmaz, zira varis için ölüm halinde yapılan ikrar geçerli değildir. 

47. MADDE: اَلتَّابِعُ تَابِعٌ 
Tabi’ tabi’dir. Var olmakta bir şeye tabi olan, hükümde de ona tabidir. Gebe hayvan satılınca, karnındaki yavrusu da ona tabidir. Rehin verilen hayvan doğursa, yavru da rehin muamelesine tabi olur. Satılan malın teslim alınmasından evvel (satılan malda) mebi’de hasıl olan değer artımı (ziyadelikler) de müşterinin hakkıdır.Mesela bir bahçe satılsa, müşteri teslim almadan evvel ağaçlarda yeni meyveler hasıl olsa, satıcı onları kendine alamaz.Gasb edilen şeydeki ziyadelikler de, asıl mal gibi (hepsi) mal sahibine iade edilir. Gasb edilen at doğursa, annesiyle beraber yavrusu da geri verilir. 

48. MADDE: اَلتَّابِعُ لاَ يُقَرَّرُ بِالْحُكْمِ 
Tabi’, hükümle kararlaştırılmaz.(Hakkında ayrı bir hüküm verilmez.) Hayvanın karnındaki yavru, ayrıca satılmaz, annesine tabidir. Gebe hayvan hibe edilse, yavrusu da hibe edilmiş olur.Birisi beş gram olması üzere muayyen bir elması satsa, teslim anında tartılınca yarım gram daha ağır gelse, bu fazlalıkta müşteriye aittir, ayrıca satılamaz. Zira yarım gramın ayrılması, kalan kısma zarar verir.Satılan akarın şuf’a hakkı, yol hakkı, su hakkı o akara ait olduğundan ayrıca satılamaz. 

49. MADDE: مَنْ مَلِكَ شَئْاً مَلِكَ مَا هُوَ مِنْ ضَرُورَاتِهِ 
Bir şeye sahip olan, o şeyin zaruriyyatına da malik olur. Bir bina satınalan, ona götüren yola da sahip olur. Zira yol bina için zaruridir. Bu yüzden bina satılırken yolunu da zikretmeye gerek yoktur.Bir arsayı satınalan, altına ve üstüne de malik olur, bu yüzden dilediği binayı yapar, kuyu kazar. 

50. MADDE: اِذَا سَقَطَ اْلاَصْلُ سَقَطَ الْفَرْعُ 
Asl düşünce, fer’i dahi sakıt olur. Tabi ve fer’ olan şeyler, aslın düşmesi ve yok olmasıyla yok olurlar. Borçludan borcu ibra edilse (silinse), ona kefil olan da borçla sorumlu olmaktan kurtulmuş olur, zira asıl borçlu kurtulunca, fer’ olan kefil de kurtulmuş olur. Amma kefil olan kefaletten beri edilse, asıl borçludan borç düşmez. Zira fer’ düşmekle asıl düşmez. Bazen de fer’ sabit olur da asıl düşer, misali: Birisi iki kişi hakkında iddia ederek, birine bin lira borç verdiğini ve diğerinin de buna kefil olduğunu söylese. Borçlu borcu inkar etse, alacaklı bunu isbat etmekten aciz kalsa, fakat kefil olan borca kefil olduğunu ikrar etse, kefil üzerine ikrarına binaen borcu ödemekle hükmedilir; halbuki burada kefil fer’ idi. 

51. MADDE: اَلسَّاقِطُ لاَ يَعُودُ 
Sakıt olan geri gelmez. Bir şahıs, ıskatı ile sakıt olan bir hakkı üzerinden düşürse, daha sonra o hak kendine geri gelmez.Iskatı kabul etmeyen haklarda, sahibinin onu düşürmesiyle ıskat tahakkuk etmez.Misal: Bir kimsede olan alacağını ıskat etse, sonra fikri değişip pişman olsa, sakıt olan borç geri gelmez, borçlu olan borçtan beri olmuştur. Ama bir şahıs, kendi mülkünde olan yolu veya su hakkını ıskat etmekle bu hakkı yok olmaz, ancak bu hakkın satılması veya hibe edilmesi durumunda sakıt olurlar.Satıcı malı sattığı müşteriden ücretini almadan evvel (satın alınanı) mebiyi hapsedebilir, taki ücretini alsın. Ama ücreti almadan evvel mebiyi müşteriye teslim etse, sonradan ücreti almak için hapsetmek gayesiyle mebiyi geri isteyemez, zira sakıt olan geri gelmez.Bir malı görmeksizin alanın görme muhayyerliği vardır, fakat aldığı malı görmeden evvel başkasına satsa veya hibe etse veya kiraya verse, daha sonra malı -görme muhayyerliği hakkı ile- geri vermek istese, bu hakkı sakıt olduğundan geri gelmez. 

52. MADDE: اِذَا بَطَلَ شَيْئٌ بَطَلَ مَا فِى ضِمْنِهِ 
Bir şey batıl olunca, zımnında olan şeyler de batıl olur.“Fesada dayanan şey de fasittir” kaidesi de bu kaideye dayanır.Kaidemizin manası: Zımnen sabit olan şey, onu zımnında bulunduran (asıl) şey batıl olunca, (zımnen sabit olan şeyin de) hükmü kalmaz.Misal: İki hasım, bir hak hususunda sulh edip birbirlerini beri ettikten sonra, sulhun fasit olduğu anlaşılsa, sulh batıl olduğu gibi, zımmında vakı’ olan ibra da batıl olur. 

53. MADDE: اِذَا بَطَلَ اْلاَصْلُ يُصَارُ اِلَى الْبَدَلِ 
Asıl batıl olunca bedele gidilir. Aslı ifa etmek mümkün oldukça, mal sahibinin rızası olmadıkça, bedelini ifa etmek caiz olmaz. Zira aslı ifa etmek eda etmek olur. Bedel ile bir şeyi ifa etmek, asıl yerine olan şeyi (halefini) ifa etmek olur ki, asıl varken halefe gitmek caiz değildir.Mesela gasb edilen mal, gasb edenin elinde mal mevcut ise, aynısını geri verir, aynısı dururken bedelini ödemesi caiz olmaz.Mesela: Birinden bir şeyi gasbeden kişi, gasbettiği mevcut olduğu halde mal sahibine onun kıymetini vermek istese, mal sahibi de razı olmasa, hakimin bedel ile hükmetmesi caiz olmaz. Usul alimleri, gasb edilen malın aynının geri verilmesini -kamil eda- diye isimlendirirler. Eğer gasb edilen mal helak olsa ve aynını vermek mümkün olmasa, bu durumda bakılır; eğer gasb edilen şey misliyyattan ise, gasb edenin mislini ödemesi emredilir. Buna –misli ma’kul ile olan kaza veya kamil kaza- denir. Zira misli olan mallar, aralarında suret ve mana bakımından benzeşirler. Misli olan şeyler kıymette eşit veya çok yakın olurlar.Eğer gasb edilen mal kıyemiyyattan ise, gasb eden kıymetini öder. Buna -kâsır kaza- denir. Zira gasb edilen malın kıymeti olan nakitler, gasb edilen malın suret ve mana bakımından benzeri değildir. 

54. MADDE: يُغْتَفَرُ فِى التَّوَابِعِ مَا لاَ يُغْتَفَرُ فِى غَيْرِهَا 
Bazı kere ibtidaen caiz olmayan şeyler, tabi için caiz olur. Müşteri, satıcıyı mebiyi teslim almaya vekil tayin etse bu sahih olmaz. Ancak müşteri satıcıya bir kap verse ve satınaldığı şeyi o kabın içine koymasını istese, bu müşteri için teslim almak (kabz) olarak itibar edilir. İlk durumda vekaletin sahih olmaması ve ikinci durumda caiz olmasına gelince; ilk surette satıcı, bir anda hem teslim eden ve hem de teslim alan olmuştur. Doğrusu akitlerde iki kişinin (satıcı ve alıcı) akti üzerlerine alması, satıcının müşteriye mebiyi teslim etmesidir.İkinci durumda müşteri, satıcıya bir kap vermiştir, satıcı da onun işaretiyle amel ederek mebiyi kaba koymuştur. Bu durum müşteri tarafından kabzetmek sayılır. Satıcının kabzı, müşteriye tabidir ve sahihtir.Aynı şekilde buğday satınalan müşteri, satıcıdan onu öğütmesini istese ve satıcı da buğdayı öğütse, müşteri buğdayı teslim almış olur.Menkul olan eşyasıyla bir arazi vakfedilse, menkul olan şeylerin vakfı örf ve adeten ilk anda caiz değildi, ancak asıl olan gayrı menkule tabi olmakla sonradan caiz olmuştur.Su hakkını satmak veya vakfetmek caiz değildir, ancak su hakkının ait olduğu arazi satılırsa veya vakfedilirse, ona tabi olarak su hakkı da satılmış veya vakfedilmiş olur. 

55. MADDE: يُغْتَفَرُ فِى الْبَقَاءِ مَا لاَ يُغْتَفَرُ فِى اْلاِبْتِدَاءِ 
Başlangıçta cevaz verilmeyen şeye, bekasında cevaz verilebilir. Misal: Hisseli yerdeki hissesini hibe etmek gibi. İlk anda bu caiz olmasa da, nihayet itibarıyla caiz olur. Mesela bir kişi, başkasına hisseli olan bir arsadaki hissesini hibe etse, bu hibe sahih olmaz, zira hisseler ayrılmamış ve yer belli olmamıştır. Fakat arsanın tamamını hibe etse, sonradan bir hissenin başkasının hakkı olduğu anlaşılsa, hibe batıl olmaz. Hisse sahibi hissesini aldıktan sonra kalan, kısım hibe edilende kalır. Ölüm hastalığında olan birisi, tek malı olan arsasını hibe etse, sonra vefat etse, arsanın üçte ikili kısmında hibe batıl olur, sadece üçte birinde sahih olur. Burda hisseli olduğu halde, hibenin sahih olmasının sebebi; hisseli olmak arizi-dir/geçicidir, hibe arsanın tamamında olmuştur. Varislerin hakkı olan üçte iki ayrılınca, kalan üçte birlik hissede hibe sahih olur.Bir malı satmaya vekil olan kişi, başkasını o mal satmaya vekil tayin edemez; fakat alakasız birisi gelip o malı satsa, asıl vekil olan da bu satışa izin verse, (fuzuli kişinin) satışı geçerli olur.Henüz yetişmemiş meyvelerde ortak olanlardan biri hissesini yabancı bir kişiye (iki ortaktan başkasına) satamaz, zira bu diğer ortağa zarar verir; ancak iki ortak birlikte başka birine meyveleri satsalar, sonra ortaklardan biri satın alan kişi ile anlaşarak kendi aktini fesh etse, diğer ortağın hissesindeki satış fesh olmaz. Böylece yabancı bir ortağa satış sahih olmuş olur. 

56. MADDE: اَلْبَقَاءُ اَسْهَلُ مِنَ اْلاِبْتِدَاءِ 
Beka, başlangıçtan daha kolaydır. Bir şeyin devam ve bekası, ilk defa meydana gelmesinden daha kolaydır. -ilk anda caiz olmayan şey, bekaen caiz olabilir- kaidesi de bunun gibidir.Misal: Hisseli olan binanın ortakları, kendilerinden gayrısına binayı kiraya vermeleri sahih olmaz. Ancak ikisi birlikte başka birine kiralamış olsalar, -binanın bir kısmı hakkında- başka bir şahıs ‘kendi hakkı olduğunu’ dava ederek ispatla hakkını alsa, o kısımda icare akti fesh olur, amma kalan kısımdaki icare akti devam eder. Burada hisseli olması, icare aktinin devamına mani olmadı.Şayet bir hakim, yerine bakması için birini naib tayin etse, asıl hakim yok iken bu naib olan hakim bir davada hüküm verse, bu hükmü geçerli değildir; ancak asıl hakim verilen hükmü inceleyip geçerli yaparsa, hüküm sahih olur, aslında ilk anda sahih olmamakla beraber, bekaen sahih olmuştur. 

57. MADDE: لاَ يَتُمُّ التَّبَرُّعُ اِلاَّ بِقَبْضٍ 
Teberru’ ancak kabz (teslim almak) ile tamam olur. Bu kaide, “Hibe ancak, kabzedilmiş olunca caiz olur” hadisi şerifine dayanır. Şayet hibe, kabz (teslim) olmaksınız tamam olsa, hibe eden kişinin, eda etmeye mecbur olmadığı birşeyi (kabzı), eda etmeye mecbur olması gerekirdi. Bu, teberru’ manasına zıttır. Teberru’, verilmesi vacib olmayan bir şeyi veren kişinin, ihsan olarak onu vermesidir.Misal: Birisi başkasına bir mal hibe etse, hibe edenin izni ile onu teslim almadıkça, o malda tasarruf etmesi sahih olmaz. Aynı şekilde birisi eline bir miktar para alsa ve fakire vermek istese, vermeden evvel vazgeçse, burda paraları fakire vermeye zorlanamaz.Bu kaideden şu husus istisna edilir: Baba, küçük çocuğuna bir şeyi hibe etse, çocuk onu teslim almadığı halde hibe sahih olur, zira babası (velisi olması hasebiyle) onun namına teslim almış hükmündedir. 

58. MADDE: اَلتَّصَرُّفُ عَلَى الرَّعِيَّةِ مَنُوطٌ بِالْمَصْلَحَةِ 
Teb’a üzerine tasarruf, maslahata dayanır. Halkın maslahatına göre tasarruf yapılır, şahısların men-faatine göre değil. Hakimin, insanların mallarında ve vakıflar hak-kındaki tasarrufları da maslahata dayanır.Eğer halkın menfaatine uygun olmazsa, teb’anın mallarında tasarruf caiz olmaz.Misal: Öldürülmüş birinin hiç kimsesi (velisi) olmasa, sultan onun velisidir. Bu durumda katili kısas ettirebileceği gibi, katilden diyet alma hakkı da vardır. Ancak diyet, şeriat ölçüsünden noksan olmamak şartıyladır.İdarecilerin emri ile birinin malı, değeri ile alınıp umumun yoluna veya ihtiyaç olunan tesislere katılır.Maslahat yoksa hakimin tasarrufu sahih olmaz. Misali: Hakim birine, hazine malını veya başkasının malını telef etmekle emretse, bu izni sahih olmaz. Eğer hakim kendisi böyle malları telef ederse, ödemesi gerekir.Aynı şekilde hakim, vakıf mallarını veya küçük çocuğun malını hibe edemez, zira hakimin tasarrufu maslahatla kayıtlıdır. 

59. MADDE: اَلْوَلاَيَةُ الْخَاضَّةُ اَقْوَى مِنَ الْوَلاَيَةِ الْعَامَّةِ 
Hususi velayet, umum velayetten daha kuvvetlidir. Burdaki velayetten murad, tasarruf yetkisi olan velidir.Misal: Hakim, umumi velayet hakkına binaen vakfın malını kiraya verse, vakfın mütevelli heyeti de vakfı kendisine kiralasa, mütevelli heyetinin kiralaması sahihtir, hakimin değil, zira hususi velayet, umumi velayetten daha kuvvetlidir. Hususi velayet sahibi varken, umumi velayet sahibinin tasarrufu geçerli olmaz.Aynı şekilde hakim, hainlik yapmayan mütevelli heyeti mensubundan birini görevden alamaz. Aynı şekilde vasiysi olan çocuğu, hakim evlendiremez, malında tasarruf edemez. Zira hususi velayet sahibinin tasarrufu daha kuvvetlidir. 

60. MADDE اِعْمَالُ الْكَلاَمِ اَوْلَى مِنْ اِهْمَالِهِ 
Kelamın i’mali (manada kullanımı), ihmalinden (manasız bırakılmasından) daha evladır. Kelamın manası mümkün ise, imal ettirilir, değilse mühmel (boş) bırakılır. Yani kelamı manasız bırakmak, itibarsız kılmak, hakiki veya mecazi manalardan birine hamletmek mümkün oldukça, caiz olmaz.Akıl ve din, kişinin sözünün boşuna olmasına cevaz vermez, akıl sahibi kişinin sözünü sahih kılmak gereklidir.Kelamda asıl olan hakikat manasıdır. Hakikat manası özürlenmedikçe, kelamın manasını mecaza hamletmek caiz olmaz.Tesis, te’kitten evladır, veya ifade iadeden evladır.Lafız bir manaya konduğundan, onu o manada kullan-mayıp başka manayı tekidlemekte kullanmak, o lafzın vaz edildiği manayı ihmal etmek olur.Mesela: Birisi, başkası için üzerinde olan bir borcu ikrar etse, sonra sebeb belirtmeden başka bir borcu ikrar etse, bu ikincisi, evvelkinin te’kidi olmaz, belki yeni bir borç olur ve her iki borcu ikrar etmiş olur.Birisi, hanımına “sen boşsun” “sen boşsun” “sen boşsun” diye üç kere söylese, bununla üç talak vakı’ olur. İkinci ve üçüncü sözleriyle, evvelkiyi te’kit ettim demekle koca, hükmen tasdik edilmez.

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!

En Çok Okunan Yazılar

Matematik Konularından Seçmeler