Mecelle Maddeleri 1-30

Etiketler :
Tanzimattan sonra Osmanlı Devletinde millî bir kanunun hazırlanması fikri doğrultusunda ileri gelen devlet adamlarının istekleri doğrultusunda, Fransız Medenî Kanunu’nun alınmasından vazgeçilip, İslâm hukukunun ilgili hükümleri kanunlaştırılmasına karar verildi. Bu maksatla Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında Mecelle Cemiyeti oluşturularak kanunun telifine başlandı. İlk kuruluşunda Evkāf-ı Hümâyun müfettişi Seyyid Halil, Şûrâ-yı Devlet üyesi Seyfeddin ve Mehmed Emin, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye üyesi Ahmed Hulûsi ve Ahmed Hilmi ile İbn Âbidinzâde Alâeddin’den oluşan Mecelle Cemiyeti, önce 100 maddelik mukaddimeyi ve ilk kitap olan “Kitâbü’l-Büyû‘”u hazırlayarak şeyhülislâmlığın ve diğer ileri gelen hukukçuların incelemesine sundu. Bu bölüm, gelen değerlendirmeler ışığında gerekli düzeltmeler yapılarak 8 Zilhicce 1285 (22 Mart 1869) tarihli bir mazbata ile sadârete takdim edilmiş ve Sadâret tarafından 7 Muharrem 1286’da (19 Nisan 1869) padişaha sunularak yürürlüğe girmiştir. 

Mecelle, bir mukaddime ve on altı kitap içinde 1851 maddeden meydana gelmektedir. 100 maddeden oluşan mukaddime kısmında fıkhın tanımının yapıldığı birinci madde ile doksan dokuz küllî kaide yer alır. Bunlar, meseleci metoda göre oluşan İslâm hukuk literatürü içinde zamanla çıkarılmış genel hukuk prensipleri olup diğer normatif hükümlerin fıkhın bütünlüğü içinde daha iyi anlaşılmasına yardımcı olurlar.Mecelle’nin, dönemine göre sade bir dili ve nisbeten basit bir üslûbu vardır. Birçok maddenin normatif nitelikteki birinci kısmını konuya açıklık getiren örnek kısmı takip etmektedir. Kuralın örneklerle açıklanması kanun tekniğine çok uygun değilse de nizâmiye mahkemeleri üyelerinin hukukî birikimleri dikkate alındığında bu usulün dönemin şartlarına uygun olduğu söylenebilir. Ayrıca Mecelle’de her bölümün girişinde o bölümle ilgili tanımlara yer verilir, 1851 maddenin yaklaşık 200 kadarı bu tanımlardan oluşur.

Mecelle, Mısır ve Arap yarımadası hariç bütün Osmanlı mahkemelerinde yürürlükte kalmıştır. Hidiv İsmâil Paşa, Osmanlı Devleti’ne olan hukukî bağımlılığını arttıracağı düşüncesiyle Mecelle’yi Mısır’da yürürlüğe koymamış, Arap yarımadası bütünüyle Hanefî mezhebi dışında kaldığından Osmanlılar burada Mecelle’nin uygulanmasında ısrarcı olmamıştır. Mecelle bugünkü Suriye, Ürdün, Irak, Lübnan, İsrail ve Filistin’de uygulanmış, Osmanlı Devleti’nin sona ermesinden sonra da bu ülkelerde bir süre daha yürürlükte kalmıştır.Mecelle, gerek uygulandığı ülkelerde gerekse diğer İslâm ülkelerinde düzenlenen kanunları etkilemiştir.


1. MADDE:  اَلْفِقْهُ : عِلْمٌ بِالْمَسَائِلِ الشَّرْعِيَّةِ الْعَمَلِيَّةِ الْمُكْتَسَبَةِ مِنْ اَدِلَّتِهَا التَّفْصِيلِيَّةِ 
Fıkıh, şeriatın ameli meselelerini, tafsili delillerinden bilmektir. Yani, fıkıh amellerle alakalı hususları, tafsilli delillerden bilmek, anlamaktır. 

2. MADDE: اْلاُمُورُ بِمَقَاصِدِهَا 
İşler maksadlarına göredir. Bir iş üzerine bağlanacak hüküm, o işten maksad ne ise ona göredir. Maksad kalbin yöneldiği şey/gayedir. Mesela alırım, satarım gibi geleceğe dönük/istikbal lafzı ile, şimdiki hal kasdedilirse, ordaki satış-alış muamelesi bağlanmış/akdedilmiş olur. Zira şu lafızlardaki kasdedilen mana, şu an satmak ve almak manalarıdır. 

3. MADDE: اَلْعِبْرَةُ فِى الْعُقُودِ لِلْمَقَاصِدِ وَ الْمَعَانِى لا لِْلاَلْفَاظِ وَ الْمَبَانِى 
Akitlerde itibar edilen kasıt ve manalaradır, lafız ve kalıblar değildir. Yani; islamda kişiler arasında cari olan akitlerde (muame lelerde) itibar edilen, onlardan anlaşılan manalar ve kasdedilen şeylerdir. 

4. MADDE: اَلْيَقِينُ لا يَزُولُ بِالشَّكِّ 
Yakîn/kesin olarak sabit olan şey, şüphe ile yok olmaz. Yani, kesinlikle sabit olan bir şeyin, hılafına bir delil bulunmadıkça, ona gelen bir şek ve tereddütten dolayı yok olduğuna hüküm verilmez. Yakin, kendi gibi yakin olan başka bir delille zail olabilir. 

5. MADDE: اَلاَصْلُ بَقَاءُ مَا كَانَ عَلَى مَا كَانَ 
Bir şeyin, bulunduğu hal üzere kalması asıldır. Yani bir şeye bakılır, hangi hal üzere ise, hılafına delil olmadıkça aynı hal üzere devamına hükmedilir. Zira eşyada asıl olan bekadır, yokluk sonradan arız olur. Bu kaide istishabı gerektirir. İstishab: Herhangi bir vakitte sabit olan şeye dayana-rak, bir şeyin subutuna hükmetmektir. İstishab hükmü defe-den bir delildir, isbat eden delil değildir. 

6. MADDE: اَلْقَدِيمُ يُتْرَكُ عَلَى قِدَمِهِ 
Kadim (eski olan) , kıdemi (eski hali) üzere bırakılır. Meşru olan (şeriata muvafık olan) şey, aksine bir delil sabit olmadıkça hali üzere bırakılır, değiştirilmez. Zira o şeyin uzun bir müddet hali üzere kalması, meşru’ bir hakka dayan-dığının delilidir. 

7. MADDE: اَلضَّرَرُ لاَ يَكُونُ قَديِمًا 
Zarar kadim olmaz. Meşru’ olmayan şekilde yapılan şeylerin kadim olmasına itibar edilmez, mümkün mertebe izalesine bakılır. Mesela: Bir binanın pis su akıntıları, yola veya ırmağa aksa, umuma zarar vereceğinden men edilir. Umuma zarar veren şeyin cevazına, hiç kimse ihtimal veremez. Buradaki zarardan maksad, eski olmasına itibar edilmeyen fahiş zarardır.

8. MADDE: اَلاَصْلُ بَرَائَةُ الذِّمَّةِ 
Beraatı zimmet asıldır. Kişinin zimmetinin, başkasının hakkı ile meşgul olmayıp, beri (masum, temiz) olması asıldır. Zira her şahıs, yaratıldığında zimmeti beri (temiz) olarak doğmuştur, zimmetinin meşgul olması, daha sonra hasıl olan muamelelerle meydana gelir. Bu aslın hılafını iddia eden kişinin, bu davasına dair delilini getirmesi gerekir. Zira delil (şahit), aslın ve zahirin hılafını iddia edenden istenir.

9. MADDE: اَلاَصْلُ فِى الصِّفَاتِ الْعَارِضَةِ الْعَدَمُ 
Arizi sıfatlarda asıl olan, yok olduğudur. Arizi sıfat, aslından mevcut olmayıp sonradan gelen ve hasıl olan sıfatlardır; ticaret, ayıplı olmak, hastalık, noksanlaşmak gibi. Bunların varlığı sonradan hasıl olduğundan, aslen mevcut olmadıklarına itibar edilir. Meselâ: Ortaklar arasında kârın olup olmadığında ihtilaf çıksa, söz işi yürüten ortağın dediğidir. Kârın olduğunu isbat etmek için, parayı veren orta-ğın delil getirmesi gerekir. 

10. MADDE: مَا ثَبَتَ بِزَمَانٍ يُحْكَمُ بِبَقَائِهِ مَا لَمْ يُوجَدِ الْمُزِيلُ 
Bir vakitte sabit olan şeyin, izale edeni mevcut olmadıkça bekası ile hükmolunur. Bir zaman evvel birisi bir şeye malik olduğu sabit olsa, sonradan mülkiyetini gideren bir şey olmadıkça (satmak veya hibe etmek gibi), o şeyin mülkü o kimseden yok olmaz. Bu kaide, “Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır” kaidesine mutabıktır ve onu tamamlar. Bu kaide istishab ile alakalı idi, burada da istishab hükümleri cari olur. Yani bir şeyin geçmiş zamanda sabit olduğu belli ise, şimdiki halde de sübutuna hükmedilir, ancak hılafına bir durum mevcut olmamalıdır. Aynı şekilde halde/filhal bir şeyin devamı sabit olunca, o şeyin evvelde de böyle olduğuna hükmedilir. Ancak o şeyi izale eden bir durum söz konusu olmamalıdır. 

11. MADDE: َاْلاَصْلُ اِضَافَةُ الْحَادِثِ اِلَى اَقْرَبِ اَوْقَاتِهِ 
Hâdis olan işte asıl, onu en yakın vaktine izafe etmektir. Hâdis: Ezelde mevcut olmayıp, sonradan mevcut olandır. Bunun meydana gelmesinde ve sebebinde ihtilaf edilince, eski zamana nisbeti sabit olmazsa, en yakın vaktine izafe edilir. 

12. MADDE: َاْلاَصْلُ فِى الْكَلاَمِ اَلْحَقِيقَةُ 
Kelamda asıl olan hakikattır. Mecaz mana aslın hılafı olur, burada asıl olan tercih edilen hakiki manasıdır. Mesela: -bir aslan gördüm ki hamamda yıkanıyor- sözünde, şecaatli bir kişiyi hamamda yıkanırken gördüğü anlaşılır. Zira -hamamda yıkanma- lafzı, görülenin insan olduğunu, vahşi hayvan olan aslan olmadığını bildiren bir karinedir. Şecaat ve cesaret, aslan ile o kişi arasında münasib olan alakadır. Lafzı hakiki manasında kullanmak mümkün oldukça, mecaza gidilmez. Zira hakiki mana asıldır, mecaz bedeldir. Misal: Bir şahıs “Malımı evlatlarıma vakfettim” derse, o kişinin evlatları ve evlatlarının evlatları var ise, şu vakfetme sözü kendi öz evlatlarına sarfedilir. Torunları olanlar, vakfın gelirinden istifade edemezler. Öz evlatları ölse, vakfın geliri torunlarına sarfedilmez, belki fakirlere sarfedilir. Bir lafızdan aynı anda hakikat ve mecaz manası kasdedilmez. 

13. MADDE: لاَ عِبْرَةَ لِلدَّلاَلَةِ فِى مُقَابَلَةِ التَّصْرِيحِ 
Sarih (açık olan) karşısında delalete itibar edilmez. Yani sarih olan ile delalet eden çakıştığı zaman sarih olan alınır, zira sarih kuvvetlidir delalet eden zayıftır. Sarih lafzın tarifi: Usul alimlerine göre sarih, kendinden murad olanın açık, beyan edilmiş, tam ve alışılmış olmasıdır. Mesela bir kişiye halin delaleti ile bir işe izin verilmiş olsa, sonra açık bir ifade ile o işten men edilse artık delalete itibar kalmaz. Mesela: Bir şahıs, başkasının evine girse ve orada masa üzerinde su dolu bardak bulsa, su içerken bardak düşüp kırılsa, ödeme sorumluluğu olmaz, zira halin delaletiyle o bardaktan su içmesine izin verilmiştir. Ama ev sahibi o kişiyi o bardaktan su içmekten men etmiş olsaydı ve o kişide dinlemeyip su içerken bardak kırılsaydı bu durumda ödemesi gerekir, zira sarih men etmesi delaleten olan izni iptal etmiştir. 

14. MADDE: لاَ مَسَاغَ ِللاِجْتِهَادِ فِى مَوْرِدِ النَّصِّ 
Nassın geldiği yerde ictihada (mesağ) cevaz yoktur. Şeriatın, kendisi hakkında hüküm beyan ettiği meselede ictihad geçerli olmaz. Zira ictihadın cevazı, hakkında nass (şer’i delil) olmayan meselelerdedir.Misal: Hadisi şerif açıkça beyan ettiki “Delil iddia eden üzerine, yemin inkar eden üzerine gereklidir”Bu nass bulunduktan sonra, hiçbir müctehidin bunun hılafına hükmetmesi caiz olmaz. Yani delili inkar edenden dinleyelim, yemini iddia eden yapsın diyemez. Aynı şekilde Kur’anda, “Allah bey’i (alışveriş) helal etti” ayeti geldikten sonra hiçbir müctehidin, “Bey’ helal mi yoksa haram mı” diye ictihad etmesi caiz olmaz. 

15. MADDE: مَا ثَبَتَ عَلَى خِلاَفِ الْقِيَاسِ فَغَيْرُهُ لاَ يُقَاسُ عَلَيْهِ 
Kıyasın hılafı üzere sabit olana, başka şey kıyas edilemez. Başka bir ifadeyle “Kıyasın hılafına gelen nass, varid olduğu şey üzerine ait bırakılır” şeklindedir. Kur’anı Kerim, “Hırsız olan erkek ve kadının ellerini kesin” buyurmaktadır. Birisi, başkasından bir malı kapıp kaçsa, başka biri de kabirden kefen soyup alsa, Kapkaç (veya yankesici) olan başkasının korunmuş malını aldığı için eli kesilir, zira onun işinin hükmü hırsızın işine uymaktadır, illetleri aynıdır. Kefen soyan da ise, illet mevcut değildir, zira gizlice alsa bile kefen, ölü tarafından korunmuş bir mal değildir, bu yüzden kefen soyanın eli, hırsızda olduğu gibi kesilmez. 

16. MADDE: َاْلاِجْتِهَادُ لاَ يُنْقَضُ بِمِثْلِهِ 
İctihad, misli ile bozulmaz. Müctehidin biri şeri’ bir meselede ictihad edip onun hükmünce amel edince, sonra kendisi için başka bir görüş zahir olsa, ikinci ictihadı, evvelki ictihadının hükmünü bozmaz. Aynı şekilde bir müctehidin hükmü üzerine başka bir müctehid başka bir şekilde hüküm verse, evvelki müctehidin ictihadı üzere dayanan hüküm bozulmaz. 

17. MADDE: اَلْمَشَقَّةُ تَجْلِبُ التَّيْسِيرَ 
Meşakkat kolaylığı celbeder. Bir şeyde mevcut olan meşakkat ve zorluk, o şeyin kolaylaştırılmasına ve hafifletilmesine sebeb olur. Darlık vaktinde genişlik gerekir. Şeriatta cevaz verilen kolaylıklar karz, havale, hacr, vasıyyet, selem, ikale, bey’, rehin, ibra, şirket, sulh, vekalet, icare, müzaraat, musakat, mudarebe ortaklığı, ariye, vedia, gibi muamelelerde caridir. Bunlardaki zorluğun kaldırılması ve hafifliğin celb edilmesine ruhsat denir. Kolaylığı celb eden meşakkatten murad, kendisinden şer’i tekliflerin ayrıldığı meşakkatlerdir. Fakat kendisinden şer’i tekliflerin ayrılmadığı meşakkatlere gelince; cihad, hadlerin elemi ve zina edilenin recmedilmesi gibi; bunlarda bir tahfiflik ve kolaylık söz konusu değildir. 

18. MADDE: َاْلاَمْرُ اِذَا ضَاقَ اِتَّسَعَ 
İş daralınca, genişlendirilir. Hamevi'nin beyanına göre bu kaideyi vaz’ eden (ortaya koyan) İmam Şafiidir. (Rahmetullahi aleyhi) Hamevi der ki bu kaide, evvelki kaidenin manasındadır. Genişlendirmek: Daraltmanın zıttıdır. Bu kaideden anlaşılan, bir işte darlık ve meşakkat görülünce, o darlığı açmak için ruhsat gerekli olur. Meşakkati kaldırmak için, caiz olmayan şeyler kıyasen caiz olmaya dönüşür. Misal: Bir çocuk başkasının malını telef etse, onun malından ödenmesi gerekir, malı yoksa büyüyüp mal kazanıncaya kadar ödeme işi ertelenir, velisinin malından ödettirilme yapılmaz. Hemen borcunu ödemeye kadir olmayan kimseye, borcunu ödeyecek zamana kadar müsaade yapılır. 

19. MADDE: لاَ ضَرَرَ وَ لاَ ضِرَارَ 
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur. Bu kaide iki hükme şamildir;Birinci hüküm: Başlangıçta zarar vermek caiz olmaz, yani bir kimsenin başkasının nefsine ve malına zarar vermesi caiz olmaz, zira zarar zulümdür, zulüm her dinde yasaktır, semavi bütün kitablar zulmü men etmiştir.Misali: Bir kimsenin başkasına ait yoldan (evine) geçiş hakkı olsa, o kişinin yolu engellenmez.İkinci hüküm: Zarara misli gibi bir zararla mukabele etmek caiz değildir. Kendisine zarar verilen şahsın, zarar veren kişiye zarar vermesi caiz olmaz, belki hakime müracaatla zararını izale etmesi gerekir.Mesela: Birisi üzüm bağını telef etse, bağı telef olan kişinin diğerinin üzüm bağını telef etmesi caiz olmaz, belki mahkemeye müracaatla zararı ödettirmesi gerekir. Eğer böyle yapmayıp ötekinin bağını telef ederse, her ikisinin diğerine verdiği zararı karşılıklı ödemeleri gerekir. 

20. MADDE: اَلضَّرَرُ يُزَالُ 
Zarar izale edilir. Zarar zulümdür, aldatmadır, vacib olan giderilmesidir. Zalimi, zulmü üzere yerleştirmek haramdır ve men edilmiştir. Tayin, görmek ve aldanma muhayyerliğine cevaz verilmesi, şart muhayyerliği ile mebinin geri verilmesi, hacr, şuf’a, telef edilen malın ödettirilmesi, ortak malların taksim edilmesine zorlama gibi hususlar da zararı izale etme kaidesine dayanır.Ayıp muhayyerliği, malı ayıpsız olduğunu zannederek alan müşterinin zararını izale etmek için meşru’ edilmiştir.Şuf’a hakkı, kötü komşunun zararını men etmek için meş ru’ edilmiştir. Aynı şekilde komşunun arsasındaki ağaç büyümekle dalları yan komşuya zarar verirse, zararı gidermek için ağacın dallarının kesilmesi gerekir. 

21. MADDE: اَلضَّرُورَاتُ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ 
Zaruretler, yasak olan şeyleri muhab kılar. Yapılması dinen yasak olan bazı şeyler var ki, bunları işlemek, zaruret anında mubah olur. Zaruret: yasak olan şeyin yapılması, kendisi sebebiyle caiz olan şeydir. Mubah: Şari’ katında terki ve yapılması caiz olan şeydir. Burada mubah ile kasdedilen, kendisinde sorumluluk olmayan şeydir. Zaruret sebebiyle yasak olan şeyin yapılmasına izin vermek, usul ilminde ruhsat diye isimlendirilir. Özre binaen yapılmasına izin verilmişti. Haramlılık hükmü durmakla birlikte işin yapılması mubah olur.Misal: Birisinin zorlamasıyla bir kimse başkasının malını telef etse, o malı telef etmekteki haramlılık kalkmış olmaz, bununla beraber zorla telef eden kişi sorumlu tutulmaz. (Zorlamayı yapan kişi zararı öder.) 

22. MADDE: ماَ اُبِيحَ لِلضَّرُورَةِ يُتَقَدَّرُ بِقَدَرِهَا 
Zarureten mubah olan şey, zaruret miktarınca takdir edilir. Zaruret için mubah olan şey, zarureti izale edecek miktarla kifayet edilir, zaruretin definden fazlasına cevaz verilmez.Misal: Açlıktan helak olma tehlikesinde olan kişi için, başkasının malından açlığını def edecek miktarı alması caiz olur, fazlasını alamaz.Satın alınan şeyin tayininde iki veya üç şeye müsaade edilir fazlasına değil. Zira buradaki zaruret üç şeyle def edilir. Aynı şekilde bir kimsenin binasına açtığı pencere, komşusunun hanımını (mahrem bölgeyi) görecek bir halde ise buna cevaz verilmez. Zaruret ile ihtiyaç arasında fark vardır, zarurette şer’an yasak olan şeyi kullanmaya mecbur kalınır ve bu yüzden mubah olur. İhtiyaç böyle değildir, daha hafif meşakkatli olur, yolcu olan kimsenin, yolculuğun sıkıntılarına katlanabilmesi için, orucunu tutmamasına ruhsat verilmesi gibi. 

23. MADDE: مَا جَازَ لِعُذْرٍ بَطَلَ بِزَوَالِهِ 
Bir özürle caiz olan şey, onun zevali ile batıl olur. Su olmayınca teyemmüm gerekirdi, suyu bulunca teyemmüm batıl olur. Zaruretin yok olmasıyla verilen cevaz sona erer.Misal: Asıl şahitlerin hasta olması veya çok uzakta olmaları sebebiyle fer’i olan şahitlerin şahitliği caizdir. Asıl şahitler, hastalıktan kurtulsa veya uzaktan dönüp gelseler, fer’i olan şahitlerin şahitliği, artık caiz olmaz.Bir yeri kiralayan kişi, kiralanan şeyde yeni bir ayıp bulursa kira aktini fesh edebilir; ancak kiraya veren mal sahibi, fesh edilmeden evvel ayıbı izale ederse, kiracının fesh etmesine imkan kalmaz. Aynı şekilde kişi kiraladığı mahalde, mal sahibinin bazı eşyaları olsa ve orayı işgal etse, kiracı fesh etme hakkına sahibtir veya dilerse öylece devam edebilir; ancak mal sahibi fesihten evvel eşyasını alıp mahalli boşaltırsa kiracının fesh etmeye hakkı kalmaz, zira özür kalkmıştır.Çocuk, deli ve bunak kimselerin alış-veriş gibi bazı tasarrufları men edilmiştir; ancak bu kusurlu halden kurtulurlarsa, tasarrufları serbest olur. 

24. MADDE: اِذَا زَالَ الْمَانِعُ عَادَ الْمَمْنُوعُ 
Mani kalkınca, yasaklık geri gelir. Bir şey caiz ve meşru’ iken üzerine arız olan bir sebeble yasak olsa, sonradan bu yasaklayıcı engel ortadan kalksa, o işin cevazı ve meşru’luğu geri gelir.Misal: Birisi bir şey satın alsa ve onda yeni bir ayıp ortaya çıksa, müşteri o şeyde bulunan eski bir ayba muttali olsa, bu durumda müşterinin malı geri verme hakkı olmaz, belki satıcıdan ücreti noksanlaştıran miktarı taleb etme hakkı vardır. Eğer yeni olan ayıb yok olsa, müşteri satıcıdan aldığı noksanlık farkını iade ile, malı -eski ayıb sebebiyle- geri verme hakkına sahib olur. Zira geri vermeye mani olan yeni ayıp yok oldu. Kör ve çocuk, bir hükümde şahitlik yapsalar ve şahitlikleri bu sebebler yüzünden red edilse, çocuk buluğa erdikten sonra ve kör görür olduktan sonra şahitlik etseler şehadetleri kabul edilir, zira mani yok olmuştur. 

25. MADDE: اَلضَّرَرُ لاَ يُزَالُ بِمِثْلِهِ 
Zarar, misli ile izale edilmez. Misli veya daha fazlasıyla izale edilemez, bu durumda zarar başkasına zarar vermemek şartıyla giderilmeye çalışılır, bu da mümkün olmazsa daha az bir zararla def edilir. Misal: Bir çarşıda dükkan açan birisi müşterileri celb etmekle (işlerinin iyi olmasıyla) diğer esnafın müşterisi azalsa, diğer esnaf bu yeni tüccarın işini engelleyemezler, zira ona verilecek zarar, kendilerinin zararı gibidir. Malların ortak olması bir zarardır, bu yüzden hakim zorla taksim edilmesine hükmeder. Ancak ortak olan mallar han, değirmen gibi, taksimi diğer ortaklara zarar veren bir şey ise, hakim taksime zorlayamaz. Zira burdaki zarar diğeri gibidir. Helak olmak üzere olan kişi, başkasından helakini def edecek miktar şeyi zorla alabilir. Ancak diğeri de kendisi gibi helak olmak üzere ise, onun elinden ihtiyacı olan şeyi alamaz. 

26. MADDE: يُتَحَمَّلُ اَلضَّرَرُ الْخَاصُّ لِدَفْعِ ضَرَرٍ عَامٍّ 
Umuma zarar veren şeyi def için, hususi zarar tercih edilir. Bilgisiz doktor, fasık müfti, iflas etmiş tüccar ve sanaatkar gibilerinde umuma zarar vardır. Bunlar kendi hallerine meslekleri üzere bırakılsalar, pek çok kimseye zarar vereceklerinden mesleklerinden men edilirler. Yangın önünde olan evlerin, yangını durdurmak için yıkılmaları caizdir. Aynı şekilde yola doğru meyletmiş duvar veya bina, yoldan geçenlere zarar vermemesi için yıktırılır.Tüccarın fahiş fiyat koymaları durumunda yetkililerin yiyecek maddelerinin ücretini sınırlandırması (narh koyması) caizdir, aksi halde umuma zarar olur.Dumanı veya kokusu ile diğer esnafa zarar veren işletmelerin açılmasına mani olunur. 

27. MADDE: اَلضَّرَرُ اْلاَشَدُّ يُزَالُ بِالضَّرَرِ اْلاَخَفِّ 
Şiddetli zarar, daha hafifi ile izale edilir. Zararın, daha hafifi ile defi caizdir. Kendi gibisi veya daha fazlasıyla defi caiz olmaz.Misal: Satınaldığı arsaya müşteri bina yapsa, daha sonra şuf’a hakkıyla müşteri arsayı geri vermeye mecbur olsa bakılır; binayı sökmesi müşteriye zarar vermekte; arsayı bina ile birlikte almak, şuf’a hakkı olan için fazla ücret ödemeyi gerektirmektedir. Bu iki zarardan hafifi, binayı sökmeden, arsayı şuf’a hakkı olan kişinin ücretle almasıdır, zira verdiği ücret fazla olsa da, karşılığında bina vardır. Bina sökülürse, müşterinin zararı daha fazla olacaktır. 

28. MADDE: اِذَا تَعَارَضَ مَفْسَدَتَانِ رُوعِىَ اَعْظَمُهُمَا ضَّرَرًا بِارْتِكَابِ اَخَفِّهِمَا 
İki fesat çakışınca (tearuz), hafif olanı işlenmekle zarar bakımından büyüğüne riayet edilir. Zaruretler, yasak olan şeyleri mubah etmektedir. Bir takım zararlı şeyler bulunsa, gerekli olan zararlı bir şey olsa, burada hafif ve düşük zararlı olan ihtiyar edilir. Fakat zarar-ların hepsi eşit ise, tayin olmaksızın biri işlenilir. Misal: Bir kimse gemiye binse, gemide yangın çıksa, kişi orada kalıp yanmak veya denize atlayıp boğulmak arasında muhayyerdir, yani her iki halde intihar etmiş ve günah kazanmış değildir. Eğer gemide su alma tehlikesi olsa, eşyanın bazısı denize atılmakla gemi kurtulacaksa, bazı eşyalar denize atılır. 

29. MADDE: يُخْتَارُ اَهْوَنُ الشَّرَّيْنِ 
İki şerrin en hafifi tercih edilir. İki şerden birini işlemeye mecbur kalan kişi ehven olanını tercih eder, zira onunla zaruret def olunur. 

30. MADDE: دَرْءُ الْمَفَاسِدِ اَوْلَى مِنْ جَلْبِ الْمَنَافِعِ 
Fesadı def etmek, menfaati celb etmekten daha evladır. Fesad ile maslahat çakışsa, fesadı def etmek tercih edilir. Bir işe başlamakla bir takım menfaatler hasıl eden kişi, başka bir taraftan diğer kimselere gelecek zararlara sebeb olursa, yapacağı işine mani olunur. Zira şeriatın yasaklara gösterdiği itina, emirlere gösterdiğinden daha fazladır.Misal: Kişinin kendi mülkünde olan bir tasarrufu, komşu-lara zarar verirse bundan men edilir. Ancak menfaat daha fazla ise tercih edilir, az bir zarara bakılmaz.Misali: Yalan konuşmak fesad/kötü bir iştir, ancak bunun la iki kişinin arasını ıslah murad edilirse, ihtiyaç miktarınca olması caiz olur. Aynı şekilde zorba biri, birinin yanında olan emanet bir eşyayı gasb etmek istese, emanet yanında olan kişi yanında emanet olmadığını söylemekle (yalan söylemekle), emaneti muhafaza edebilir.

0 yorum:

Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırım. “Allah'ım; bana öğrettiklerinle beni faydalandır, bana fayda sağlayacak ilimleri öğret ve ilmimi ziyadeleştir."

İlim; amel etmek ve başkalarıyla paylaşmak içindir. Niyetimiz hayır, akıbetimiz hayır olur inşallah. Dua eder, dualarınızı beklerim...

Aşağıdaki Yazılar İlginizi Çekebilir!!!

En Çok Okunan Yazılar